|
YANILGI ÇEŞİTLEMELERİ[i]Sayın
Emin Özdemir,
Baktım ki bana verdiğiniz yanıtın başlığı "Özleştirme
Üzerine Yinelemeler", sayfaları çevirip son sözlerinizi
okudum: "Dilin çok boyutlu yapısı içinde yeni sözcük yaratımını
tam olarak değerlendirme, hem dil içi hem dil dışı nedenleri çok
iyi bilmeyi, öğrenmeyi gerektirir. Bu nedenlere yaslandırılmadan
yapılan bir tartışı da bekleneni sağlamaz. Diyesim şu Bay
Gelencik; bilmediği bir konuyu tartışmaya yeltenmemeli kişi. Gerçeğe,
kendisine ve okurlarına birazcık saygısı varsa..."[1]
Tartışmayı bırakmamı istiyor musunuz, öğütlüyor musunuz,
yoksa tartışmaktan vaz mı geçiyorsunuz, anlayamadım. Ama şunu
anladım: Bilmediğim bir konuda sizinle tartışmaya yeltenmişim.
Siz de bildiğiniz bu konuda ağzımın payını çoktan vermişsiniz
de benim hiç haberim olmamış. Bunun üzerine ilgiyle okumaya başladım
yazınızı. Meğer ben saplantılarımdan sıyrılamamışım, yanılgılarımdan
kurtulamamışım; bunları başaramamış olmam bir yana, büsbütün
karıştırmışım konuyu da onun için üçüncü kez yazmışsınız.
Bu acınası durumdan kurtulmam için de "yineleme yöntemine"
başvurup son bir iyilikte bulunmuşsunuz bana. Sağ olun! Yenilen güreşe
doymaz, derler. Siz de öyle deyip hoşgörüyle okursunuz yazımı
diye düşünüyorum.
Çeyrek yüzyıldır ilgilenirim dilsel sorunla. Bu soruna ilgi
duyanların çoğaldığını gördükçe gönenirim. Onlara bakarak
birtakım insanların bilmedikleri bir konuyu tartışmaya
yeltendiklerini düşünmem sizin gibi. Sorunun çözümüne onların
da katkısı olabileceğini düşünürüm. "Ulusal dili koruma
ve geliştirme uzmanlığı" veya "özleştirme uzmanlığı"
diye bir uzmanlık olduğunu da hiç işitmedim. Bence, bir insanın
dilsel sorunda söz hakkı olması için anadilinin Türkçe olması
yeter de artar bile. Özel hallerde buna da gerek yoktur. Dilsel
sorunu birtakım uzmanlar tartışacaklar, onların dışında
kalanlar da mollalar gibi el bağlayıp seyredecekler, kavuk
sallayacaklar, öyle mi? Doğrusu sizin bir uzman olup olmamanız hiç
önemli değil benim için. Yaptığınız işe, savunduğunuz görüşe
bakarım ben. Röntgen'e ışın, emperyalizm'e yayılmacılık,
burjuvazi'ye kentsoyluluk, kapital'e anamal karşılıklarını
önermek veya benimsemek gibi yanlışlar yapan bir kimsenin uzman
olup olmaması neyi değiştirir? Yanlış, yanlıştır. O kimse gerçekten
bir uzmansa ne uzmanıdır? Yanlışlıklar uzmanı mı? İşittiğime
göre TDK üyeleri arasında kasap bile varmış. Yadırgıyor
kimileri bunu. Bir bakıma haklılar; çünkü Kurumun kapıları değerli
birçok yazarımıza kapalı tutulurken kasaplara açılmıştır,
diyorlar. Bir bakıma da haksızlar; çünkü dil geliştirme işine gönül
vermiş bir kimsenin kasap, berber, yufkacı vb. olmasını sakıncalı
bulmak gibi bir garipliğe düşüyorlar. Bırakalım böyle
gariplikleri. Elbirliğiyle çözülecektir dilsel sorun. Bu çorbada
uzmanların daha çok, uzman olmayanların daha az tuzu bulunur deyip
kapayalım bu konuyu. Sakıncalı bir anlayıştır sizinki. Dil geliştirme
işini dar bir çevreye bırakmayı önermektir. Ayrıca, uygulanır
yanı da yoktur. Elbirliğini engeller, o kadar. Bir yurttaş dilsel
sorunla ilgileniyorsa bunun bir gerekçesi olmalı değil mi? Herkes
bir işe o işin uzmanı olduktan sonra gönül vermez ya; kimileri önce
gönül verir, sonra uzmanlaşır. Bence böyleleri çok daha yararlı
olabilir. Yurdumuzdaki bütün uzmanlar dil geliştirme işine gönül
verdi de, benim mi haberim olmadı?
Dilseverleri, özleştirme ülküsüne gönül vermiş olanları suçluyormuşum.
"Devrimci, halkçı, laik bir tutumla [dilimizi] geliştirme çalışmalarına"
ben "şoven küçük-burjuva tutum ve uygulama adını
koyarak" suçlayıp karalıyormuşum. "Başta Ataç olmak üzere
öz Türkçecileri bu bağlam içinde" yargılıyormuşum. Siz ne
diyorsunuz allah aşkına? Kimseyi suçlamıyorum ben. Sözlerinizi
okuyunca yanılıp şöyle düşünenler çıkabilir: "Emin Özdemir,
bütün dilseverleri, özleştirme ülküsüne gönül vermiş olanları
Ragıp Gelencik'e karşı kışkırtıyor." Oysa böyle bir
niyetiniz yok, biliyorum: Ağzımın payını verdiğiniz kanısındasınız.
Başkalarının desteğini neden gerekseyesiniz? Suçlamadan,
karalamadan söz ediyorsanız, "şoven", "küçük-burjuva"
sözcüklerini kullandığım için yapıyorsunuz bunu. Doğrusu bir
bakıma pek haksız da sayılmazsınız. Ben de biliyorum "şoven"
sözcüğünün hoş çağrışımlara yolaçmadığını, "küçük-burjuva"
teriminin bazan aşağısama amacıyla kullanıldığını. Ama benim
dünyagörüşüme göre ulusalcılık, şovenlik vb., her şeyden önce,
belirli tarihsel koşullarda, belirli ülkelerde, belirli toplumsal sınıfların
benimsemek durumunda kaldığı, benimsediği birer ideoloji ve
politikadır. Şovenliğin (veya şovenciliğin) ayırıcı özelliklerinden
biri, biraz yumuşatarak söyleyeyim, ulusal olanı cici, olmayanı
kaka saymasıdır. Ataç yabancı kökenli bütün sözcüklere, halk
dilinin özümsediklerine bile düşmanlık ettiği için onun
tutumuna "şoven" diyorum. Bu amaçla kullanabileceğim daha
uygun bir sözcük veya terim gösterin, onu kullanayım. Gene benim dünyagörüşüme
göre, sınıflı toplumlarda herkes ister istemez bir toplumsal sınıftan
veya tabakadandır. Bu, suç da değildir, yüzkarası da değildir. Küçük-burjuvazi,
tarihi boyunca kaypaklık etmiştir ve kaypaklığını sürdüreceği
beklenir. Ama bu, her küçük-burjuva kaypaktır ve hep öyle kalır,
demek değildir. Yoksa tarihte küçük-burjuva kökenli bir tek
devrimci göremezdik. Ataç'ın tutumu için "küçük-burjuva"
terimini kullanıyorum; çünkü genellikle küçük-burjuva aydınların
benimseyip desteklediği bir tutumdur. Demek ki onun tutumuna kendi dünyagörüşüme
göre ad koyuyorum. Ad koymak suçlamak, karalamak mıdır?
Dilseverlere, dilimizin gelişmesi için çalışanlara özel bir saygım
vardır. Onların başarısı beni sevindirir, bocalması yerindirir.
Bizdeki dil geliştirme çalışmaları gösteriyor ki dilsel soruna
şovenci ve ırkçı yaklaşımlar başarıyı geciktiriyor, birtakım
sakıncalar doğuruyor. Şovenciliğin ve ırkçılığın ancak
gericilerin işine yarayan politikalar olduğunu söylemeye de gerek
yok sanırım. İşte bunlardan ötürü, şovenciliğe ve ırkçılığa
dil geliştirmede de karşı çıkıyorum.
Bazan (yoksa sık sık mı?) nasıl söylediğinizi anlayamadığım sözleriniz
oluyor. Örneğin "Dış dünyanın, gerçeğin algılanması sözcükler
yoluyla olur."[2] diyebiliyorsunuz. Bu sözünüzün
neden yanlış olduğu üzerinde durup zaman yitirmeyeceğim. Ama buna
benzer birkaç sözünüz üzerinde durmalıyım. Diyorsunuz ki:
"Tük Dil Devrimini ... bu devrimin düşünsel yapısını oluşturan
bağımsızlık, ulusallık, devrimcilik, halkçılık ve laiklik
ilkelerini göz önünde bulundurmak gerekir. ... Bay Gelencik, ...
Dil devriminin düşünsel yapısını temellendiren ilkeleri görmezleniyor;
bunlardan yalnız birini, 'ulusalcılığı', onu da çarpıtıp 'ırkçı',
'şovenist' yönsemeli 'küçük-burjuva ulusalcılığı' diye ele alıyorsunuz.
Bu da sizi bilimsel düşünüşten, konuyu bütünselliği içinde görebilmekten
uzaklaştırıyor."[3] Şu "dil devrimi"
dediğiniz şeyin ilkelerini neden şöyle sıralamadınız:
Cumhuriyetçilik, devletçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik,
inkılâpçılık? Cumhuriyetçilik ile devletçilik olmadan da
Almanca geliştirilmiştir diye mi düşündünüz? Belki. Yoksa
onlarla dil geliştirme arasında ilişki mi kuramadınız? Belki. Ama
onları anmayarak işimi biraz kısaltmışsınız. Daha sonra,
"Bir de şu var, dilde halkçılığı yanlış anlıyorsunuz Bay
Gelencik."[4] dediğiniz için halkçılıktan başlayacağım.
Nerden çıkardınız dilde halkçılığı yanlış anladığımı?
Tartışmamız boyunca "dilde halkçılık" üzerine bir tek
söz söylemedim. Sizin dilde halkçlık tanımınız ile dilsel
tutumunuz arasındaki çelikiyi gösterdim. Bununla yetindim.
"Tanımınız sizin olsun", dedim. Hepsi bu.[ii]
Dilde halkçılık konusunda üstüme varır gibi bir haliniz var. Pek
mi güveniyorsunuz kendinize bu konuda?
Dilde halkçılık olmaz, Sayın Özdemir. "Halk" sözcüğü,
çeşitli ülkelerde, öteden beri farklı anlamlarda kullanılmıştır.
Bir ve aynı ülkede, ayrı ve aynı tarihsel dönemlerde de farklı
anlamlarda kullanılagelmiştir. Halk, farklı politik görüşlere göre
farklı tanımlanablir. Bir ve aynı politik görüşe göre de, bugün
ve yarın, farklı tanımlanabilir. "Halk" sözcüğüyle sınıfsallık
epeyce arkaya itilir ve gene de, her zaman, gözönünde tutulur. Onun
için, bir "halk" tanımına dayalı herhangi bir "halk
dili" tanımı, dilde sınıfsallığı belirli bir ölçüde de
olsa kabul eder. Oysa, sınıflar ile dil arasındaki ilişkilerde
farklar bulunmakla birlikte, dilde sınıfsallıktan değil, ancak
toplumsallıktan ve ulusallıktan söz edilebilir. "Halk
dili" tanımı herhangi bir "halk" tanımına göre
kotarılırsa, birçok "halk dili"nden söz edilmesine
olanak verilir, belirsizliğe düşülür. "Halk dili"
herhangi bir "halk" tanımına dayanmadan, "halk"
gibi onun da değişebildiği gözönünde tutularak tanımlanmalıdır.
Bizde, göçebe Türk boylarında ve oymaklarında halk dilinden söz
edilemez. Anadolu Selçukluğu Sultanlığı döneminde halk dili,
resmî dil olan Farsçanın ve el üstünde tutulan Arapçanın karşısında;
Osmanlı döneminde ise, Osmanlıcanın karşısında, İmparatorluk sınırları
içindeki varlığının tümüyle Türkçedir. Oysa bugün halk dili,
Türkiye'deki varlığının tümüyle Türkçe değildir. Artık
"halk dili", dilimizin (ulusal dilin) en yaygın ve en canlı
veya en işlek kesimidir. Halk diliyle ilişkileri bakımından bir Koç,
bir Sabancı ile sıradan bir işçi, bir köylü arasında fark
yoktur. Bundan ötürü dil geliştirme çalışmalarında "halk
dili" her zaman, özellikle gözönünde tutulmalıdır. Görüyorsunuz
ki benim için dilde halkçılık olamaz.[iii]
Ataç da dilde halkçı değildir. Ama onun gerekçeleri başkadır.
Bakın, bu konuyla ilgili sayabileceğimiz neler söylemiş: "Halkın,
bu ulus çoğunluğunun dediği gibi yazmağa kalkmayın sakın, büyükten
büyük karkotan ağası aydınlarımızı kızdırırsınız,
inciniverir kulakları! ... halk dilinde ne bulursak almağa kalkmamalıyız.
Seçmemiz gerektir, halk dilinden alacağımız sözlerin kökünü
kaynağını aramalıyız. Yoksa divan şairlerinin doğru kullandıkları
Arapça, Farsça sözlerden kaçıp halkın yanlış kullandığı
Arapça, Farsça sözlere düşeriz. ... Halktanım ben, halkın içinde
bir kişi. Halkın ne arkasına düşerim, ne de önüne geçerim. Büğüne
değin halktan üstün görmedim, halktan ayrı saymadım kendimi.
Bunun içindir ki halka küçük, bayağı, sudan şeyleri yeter
bulanlara kızarım. ... Tüz (halk), bilisiz kişiler yanlış söylüyor
diye bir toplum okuryazarlarının da yanlış söylemesi mi gerekir?
... Arapçadan, Farsçadan bozularak kamunun, çoğunluğun diline geçmiş
tilcikleri seviyormuş onlar. Ben anlayamıyorum o görüşü. Şimdiye
dek çoğunluğa önem vermedim, çoğunluğun beğenisine inanmadım.
Hep 'mutlu azınlığı' düşünürüm, öteden beri yalnız onu...
Bir toplumu ilerleten ancak mutlu azınlıktır da onun için. ...
Dil, yazın, dörüt, bilim, hepsi bunların seçkinler içindir,
bilisiz çoğunluk için değil."[5] Ataç'ın ne mene
bir dünyagörüşü olduğunu da gösteren pek açık çelişkilerle
dolu bu sözleri üzerinde durmayacağım. Belli ki inanmıyor dilde
halkçılığa. Önerip kullandığı bazı sözcükler de kanıtlar
bunu: Örneğin, bahşı (aşık), özge-ağzı
(avukat), yancık (cep), satıca (çarşı), iyemsiz
(çirkin), betlek (defter), bağlanç (din), söyük
(duvar), yidgün (hafta), kalık (hava), ılkı
(hayvan), kazamak (hendek), iyir (ilâç), sazın
(kağıt), dinek (kule), varım (mal), ertek
(masal), süyün (paça), güngöre (pencere), oram
(sokak), yayık (şeytan), börtük (tane), koyuk
(temel), çılka (tıpkı), yırlam (türkü), öy
(zaman), gücemek (zorlamak) vb.[6]
Evet, Ataç dilde halkçı değil, "mutlu azınlıkçı",
"seçkinci". Siz onun gibi düşünmüyorsunuz, dilde halkçısınız
da neden ona alkış tutup duruyorsunuz, toz kondurmuyorsunuz? Böylelikle
halkçılığınıza gölge düşürmüş olmuyor musunuz? Umarım,
"dilde halkçılık" tanımınıza uygun bir
"halk", bir de "halk dili" tanımı kotarmışsınızdır.
Yazık ki onları bilmiyorum. Bilseydim bazı ayrıntılara
girebilirdim. Ama "dilde halkçılık" tanımınızda "çağdaş
ekinsel değerleri halka indirme"den söz ettiğinize göre,[7]
halkın yukarılarında bir yerde olduğunuz anlaşılıyor...
Peki, dilde halkçılık olmazsa, olamazsa, nerden çıktı bu dilde
halkçılık lakırdısı? Şurdan: Dilsel sorunda şoven küçük-burjuva
tutumu ve uygulamayı benimseyenler, "Babayla oğulu anlaşamaz
hale getirdiniz.", "Halk sizi anlamıyor." sözleriyle
özetlenen eleştirileri her zaman göğüslemek zorunda kaldılar. Bu
eleştiriler bir bakıma haklıydı ve haklıdır. Öyle ya, oğul
babasına, "Baba, oramda, dineğin dibinde üç börtük ılkı
var." deseydi, babası ne anlardı? Dilsel ve başka yasalar işledi,
böyle anlaşmazlıklar olmadı. Dolayısıyla bu eleştiriler hiçbir
zaman olgulara dayanmadı, dayanamadı. Onun içindir ki bu eleştiriler
bir bakıma haksızdı ve haksızdır. Şöyle denmeliydi: "Siz,
babayla oğulu anlaşamaz hale getirmek istiyorsunuz.",
"Halkın sizi anlamasını istemiyorsunuz." Bu eleştiriler
olgulara dayanabilseydi, şoven küçük-burjuva tutum ve uygulamanın
doğruluğunu, işlerliğini yaşamın kendisi göstermiş olacaktı.
Oysa böyle olgular gösterilemedi; çünkü yoktu: Şoven küçük-burjuva
tutum ve uygulamanın yanlışlığını, işlemezliğini yaşamın
kendisi göstermişti. "Halk" adına yapılmış görünen
bu eleştiriler, şoven küçük-burjuva tutum ve uygulama yandaşlarını
etkiledi. Ataç'tan sonra hızla değişen Türkiye koşullarında Ataç
gibi konuşamazlardı. Küçük-burjuva aydınlar Marksçı dünyagörüşüyle
ilişki kurmuşlardı. Bu ilişki yetersizdi; ama Cumhuriyet tarihinde
görülmedik genişlikte ve derinlikte idi. Ataç gibi konuşmak onların
desteğini yitirmek demekti. Bir yandan ölmüş sözcüklerin
diriltilmesi tavsatıldı, bir yandan da sözcük türetmede ulusal
dilin çok işlek ve işlek eklerini kullanmaya önem verildi. Böylece
ulusal dilin canlı kaynaklarına dönüldü. Ama şovenlikten vazgeçilmedi:
Halk dilinin özümsediği sözcüklere gene yabancı gözüyle bakıldı;
yabancı kökenli her sözcüğe ille de karşılık önermekte
direnildi, zorunlukları anlamaya çalışılmadı. Ulusal dilin canlı
kaynaklarına dönmeye de "dilde halkçılık" dendi. Böylece
küçük-burjuva aydınların desteğini yitirmemek amaçlandı,
"halk" adına yapılmış görünen eleştiriler de sözde
etkisizleştirildi. Bana karşı söylediğiniz şu sözler de kanıtlar
bunu: "Halk dilinin özümsediği yabancı sözcüklerin Türkçeleştirilemeyeceğini
söylüyorsunuz. Bir kez yapılanları görmezleniyorsunuz. Sözlüğümüzdeki
asıl yenileşme halk ağzında yaşayan, ancak bugüne değin yazı
diline ağdırılmamış söz değerlerini derleyip ortaya çıkarma
biçiminde olmuştur. Örneğin, yazı dilinde öteden beri kullanılagelen
'kontrol etmek', 'mubalağa etmek', 'saha', zirve', 'cenup', 'mahsul',
'aksi seda', 'şüphe'... gibi sözcükler atılmış, bunların
yerine halk ağzından alınan denetlemek, abartmak, alan,
doruk, güney, ürün, yankı, kuşku...
geçirilmiştir. Yeni sözcüklerin yapımında da Türkçe kök ve
eklerden yola çıkılmaktadır. Genel dilin sözcükleri bir yana,
terimlerde bile kökleri kökenleri halk dilinde yaşayanlardan
yararlanılıyor. Şu örneklerde olduğu gibi: Saplantı, görüntü,
altyapı, üstyapı..."[8] İlk örneğinizdeki
bir iki sözcükle ilgili bazı şeyleri bir yana bırakıp derim ki:
Örneğinizde Osmanlıca sözcüklerin yerine ulusal sözcükler konduğu
görülüyor. O sözcüklerin türetilmiş veya derlenmiş olması
bunu değiştirmez. Ulusal olmayanın yerine ulusal olan konmuştur.
İkinci örneğinize gelince, diyelim ki ikisi (altyapı ile üstyapı)
Marksçı birer terim de olan o sözcükleri şoven küçük-burjuva
tutum ve uygulama yandaşları yaratmış olsun. Anılan sözcükler Türkçenin
(ulusal dilin) gölge sözlüğünden alınmıştır; dilbilimcilerin
ağzına yakışan bir söyleyişle, onlar yaratılırken ulusal linguistic
potential'a başvurulmuştur. Artık ölü sözcüklerin
diriltilmesi de aşağı yukarı tümüyle bırakıldığına göre, köklerinin
ulusal dilde veya onun en yaygın, en işlek kesiminde (halk dilinde)
yaşıyor olmasında şaşacak ne var? Diyelim ki o sözcükler Ataç'ın
sağlığında yaratılmıştır. Bu da hiçbir şeyi değiştirmez:
Ulusal dilin canlı kaynaklarından çıkarılmıştır hepsi. Yaratımlarında
şoven amaçlarla davranılmamıştır. O sözcükler halk dilinin özümsediği
yabancı kökenli sözcüklerin yerini değil, Osmanlıca vb.
(ulusal-dışı) sözcük veya terimlerin yerini almıştır.
"Halk dilinin özümsediği yabancı kökenli sözcüklerin Türkçeleştirilemeyeceğini
söylüyorsunuz." demeniz de şovenliğin bırakılmadığına
kanıttır. Artık biliyorsunuz ki o sözcüklerin Türkçeleştirilmesi
diye bir sorun tanımıyorum. Sizin gibi şovenlerin sorunudur o. Halk
dilinin özümsediği bazı sözcükler doğurganlaşırmış, bazıları
ölürmüş de yerine Türkçe sözcükler geçermiş. Olabilir. Ne
var bunda yadırganacak. Türkçemiz dilsel yasalara aykırı gelişecek
değil a! Bir de şu var: Bence, dilde halkçılıktan söz eden bir
kimse, dilde ulusalcılıkla neden yetinmediğini de açıklamalıdır.
Dilde ulusalcılıkla neden yetinmiyorsunuz, Bay Özdemir?
Dilde ulusalcılığa gelince, ilk yazınızı yanıtlarken şöyle
demiştim: "Saldırgan biçimleri (şovenlik ve ırkçılık) ile
birlikte burjuva ulusalcılığı, günümüzde, gerici bir ideoloji
ve politika olarak, yalnız burjuvaziye ve emperyalizme hizmet eder.
Kozmopolitlik, ulusların ulusal bilincini köreltmeyi amaçladığı
için büyük emperyalist devletlerin dünya egemenliği planlarının
gerçekleşmesine katkıda bulunur. Antiemperyalist, ilerici bir
ulusalcılıkta, saldırgan biçimleriyle birlikte burjuva ulusalcılığına
ve kozmopolitliğe hiçbir alanda yer yoktur. Ve böyle bir ulusalcılık,
ulusal dilin bilimsel geliştirilmesinden vazgeçemez."[9]
Bu sözlerimi alıntılayıp şöyle dediniz: "Kavram esrikliğ
dediğimiz de buydu işte. iri iri sözlerin albenisine kapılma,
bunları üst üste yığma. Tumturaklı, abartılı bir söyleyişle
ortalığı toz dumana boğma. Halk dilinin 'avurdu yellilik' diye
adlandırdığı anıtsal olgu [?] da bundan başka bir şey değildir..."[10]
Aradan aylar geçtikten sonra yukardaki sözlerimi okuyorum da o
dediklerinizi bir türlü bulamıyorum: İri lakırdılar yok ki üst
üste yığılmaları olabilsin; söyleyişte ne tumturak var ne de
abartı; tersine, belki kuru, ama açık bir söyleyiş var. Söylenenler
de çok açık, bilinen şeyler. Ama sıraladığınız "değer
yargıları" da gösteriyor ki katılmıyorsunuz onlara; söylenmelerini
"avurdu yellilik" sayıyorsunuz. Doğrusu hiç şaşmıyorum
buna: Dilsel sorunda şoven küçük-burjuva tutum ve uygulamanın
avukatlığını bana karşı gönüllü üstlendiniz. Besbelli,
"ulusalcılık" anlayışlarımız farklı. Onun için bazı
yinelemeleri gerekli sayıp işe ulus tanımından başlamak yararlı
görünüyor. Gene "avurdu yellilik" edeceğim anlayacağınız.
Siz de "avurdu yelsizlik" edin de görelim bakalım ne mene
şeymiş!
"Ulus dil, ülke, ekonomik yaşam ortaklığı ve kendisini kültür
ortaklığında dışavuran ruhsal biçimlenme birliği üzerinde
tarihsel olarak varlık kazanmış kararlı insan toplumudur."[iv]
Yalnız "dil" ile ilgili kalarak denebilir ki ulus varlığında
önemli olan "dil ortaklığı"dır. Belirli ortak dil, gelişimi
bakımından, "karma" veya "melez" veya şaşılacak
kadar "arı" olabilir. Ama onu ulusal dil yapan, yalnızca
"ortak" olmasıdır. Bunun içindir ki dilde ortaklığı
bozan veya bozabilecek bütün tutum ve davranışlar, ulusal varlığı
da bozmaya yöneliktir. "Öz Türkçe", "Öz Türkçecilik",
"özleştirmecilik" gibi bütün "öz"lü sözler,
dilde ortaklığı değil, "özlüğü" vurgulamaktadır. Açık
yürekle söyleyeyim ki böyle sözleri işitince veya okuyunca şoven
bir eğilimle karşı karşıya olup olmadığımı anlamaya çalışıyorum.
Özleştirmeye sınır tanımayanlar bulunduğunu bildiğim için
"ulusal dili koruyup geliştirmek" demeye özen gösteriyorum.
Ulus varlığına veya ulusal varlığa dayanan, ulusal varlığın yaşamasını
ve serpilmesini gerekseyen ve dolayısıyla amaçlayan bir ideoloji ve
politika için dil geliştirmede başlıca kaygı, sözü edilen
ortaklığı korumak olmalıdır.
Ulusalcılık, tarihin kapitalci aşamasında doğar. Burjuvazinin çıkarlarını,
her şeyden önce bir ulusal pazar, bir ulusal devlet kurma ve öbür
uluslara boyunduruk vurma çabalarını dışavurur. Çıkış noktası,
ulusların genellikle birbirlerine karşıt, düşman ve sınırlarla
ayrılmış olduğudur. Bir burjuva ideolojisi ve politikası olaral
ulusalcılık, kapitalci toplum doğar ve yükselirken, demokratik düşüncelere
ve amaçlara bağlıdır; burjuvazinin feodalliğe karşı savaşımında
ulusun birleşip bütünleşmesini sağlamaya yarar, belirli bir
ilerici yanı olur. Günümüzde ise sınıf savaşımını gevşetmeyi
ve saptırmayı, sömürülen halkların bilinçlenmesini önlemeyi
amaçlamaktadır. Şovenlik (veya şovencilik), ulusalcılığın sınırsız
abartılmış, saldırgan biçimidir. Kendi ulusunu üstün, öbürlerini
aşağı sayar, çoğu zaman ırkçı görüşlerle bağlantılıdır.
Irkçılık, toplumsal eşitsizliği, başka ulusların veya halkların
sömürülmesini ırk farkları ile gerekçelendiren gerici teoridir,
emperyalizmin ideolojik ürünlerinden biridir, özellikle tekelci
kapitalin en gerici kesimine hizmet eder, faşizme peçe olmuştur.
Kozmopolitlik, ulusun yaşanıp aşılmış bir görüngü olduğunu,
onun yerini uluslarüstü birleşmelerin alması gerektiğini öne sürer.
Burjuva uluslar biçimlenirken kozmopolitlik ulusal kapanıklığa, sınırlılığa
karşı olduğu için belirli bir ilerici rol oynar. Çağımızda ise
ulusların ulusal bilincini köreltmeyi amaçlayarak emperyalizmin dünya
egemenliği planlarının gerçekleşmesine yardımcı olmaktadır.
Bugün bizi özellikle ilgilendiren, antiemperyalist ilerici ulusalcılıktır.
Bu ulusalcılık emperyalist aşamada doğmuştur. Amacı
emperyalizmin sömürüsünden, dolaylı ve dolaysız her türlü
etkisinden ulusal savaşımla kurtulmak; bağımsız, demokratik,
ulusal bir ortamda sosyalizmi kurmaktır. Antiemperyalist ve ilerici
ulusalcılık, ulusları düşman görmez, onlara boyunduruk vurmayı
amaçlamaz. Demek ki burjuva ulusalcılığından tümüyle farkılıdır.
Ama o da ulusal varlığa dayalı bir politikadır ve ulusal varlığı
koruması, geliştirmesi gerekmektedir. Başka şeylerin yanısıra
dilsel sorunla da ilgilenmesi bundan ötürüdür. Bellidir ki böyle
bir ulusalcılıkta şovenliğe, ırkçılığa, kozmopolitliğe hiçbir
alanda yer yoktur. Bu ulusalcılık açısından dilsel sorunda şovenlik
ile dilde kozmopolitlik arasında fark yoktur; çünkü ikisi de dilde
ortaklığı bozmayı amaçlamakta, dolayısıyla ulusal varlığa
zararlı olmaktadır. Sizin tutucular dediğiniz kişlerle aynı
kefeye konmanız bunlardan ötürüdür.
Şimdi ilk yazınızdan şu sözlerinizi alıntılamayı uygun
buluyorum: "Yazar [Gelencik], yanıtını aradığı soruları
'ulusalcılıkla ilgili tarihsel olgular'ın bağlamı içinde değerlendiriyor.
Çünkü dil sorunu da, dilsel sorun da ulusalcılığın ürünüdür.
Bu saptayım doğrultusunda yazar, Ulusal Kurtuluş Şavaşına değin
dilimizin gelişim serüveni üzerinde doğru gözlemlerde bulunuyor.
Ancak dil devrimini ele alırken incelemesinin başından beri sürdürdüğü
gidimli düşünme yönteminden ayrılıyor. Konuyu tek boyuta
indirgiyor. Dil devriminin düşünsel yapısını birtakım
dolaylamalarla 'ırkçı', 'şovenist' renkli 'küçük burjuva
ulusalcılığı' temeline oturtuyor. Yanılgısı da burada başlıyor."[11]
Önce şunu söyleyeyim ki "dil sorunu da, dilsel sorun da
ulusalcılığın ürünüdür." demek doğru değildir. Çünkü
ulusalcılık o sorunları yaratmaz, yoktan var etmez, çözmesi
gereken sorunlar olarak bulur veya bulmaz. Ulusalcılık bırakılırsa
ne dil sorunu kalır, ne de dilsel sorun. Bu doğrudur; ama o sorunlar
ulusalcılığın ürünleridir demek değildir; onlar ancak ulusalcılıkla
birlikte varolabilen, yalnız ulusalcılığın çözmesi gereken
sorunlardır, demektir. Görülüyor ki bu iki sorun tümüyle
ideolojik ve politiktir. Başka türlü de olamaz: Tarihte hiçbir
toplum dilsiz kalmamıştır ve kalmayacaktır. Bir iletişim aracı
ve toplumsal görüngü olarak "dil"de ulusallık, arılık,
özlük vb. aramak için hiçbir dilbilimsel gerekçe yoktur. Onun için
bu sorunların varlığına ve çözümüne dilbilimsel gerekçe
aramak veya böyle gerekçeler varmış gibi konuşmak ve yazmak,
ideolojik ve politik zayıflık belirtisidir ve şoven küçük-burjuva
tutum yandaşlarında görülmektedir. Ulusal Kurtuluş Savaşına
kadar doğru gözlemlerde bulunduğumu söylüyorsunuz. Bu işi
1932'ye kadar başardığımı söyleseydiniz sizin için sakıncalı
olmazdı. Ama ondan sonrası için öyle değil. Yazılarınızı bir
daha okudum. 1932-1938, 1939-49 dönemlerindeki dil geliştirme çalışmaları
üzerine söylediklerime hiç değinmemişsiniz. Verdiğim belgeler,
kanıtlar ve vardığım sonuçlar üzerinde hiç durmamışsınız.
Ne o belgeleri başka türlü yorumlamışsınız, ne kanıtları çürütmüşsünüz,
ne de sonuçların yanlışlığını göstermişsiniz. Neden?
"Dil devriminin [Bu dil devrimi lakırdısına da gittikçe
tutuluyorum.] düşünsel yapısını birtakım dolaylamalarla 'ırkçı',
şovenist renkli 'küçük-burjuva ulusalcılığı' temeline
oturtuyor. Yanılgısı da burada başlıyor." demekle bütün
bunların yapılıvermiş olabileceğini mi sanıyorsunuz. O dönemler
sizin için tekinsiz de ondan mı susuyorsunuz? Ve "özleştirmede
aşırı davrananlar olmuştur."[12] demekle işin içinden sıyrılabileceğinizi
mi sanıyorsunuz? Özleştirmecilikte kimler, ne zaman, neden, ne için,
nasıl, ne kadar aşırı davranmışlardır? Bu soruları yanıtlamaktan
kaçınıyorsunuz. Benim yanıtlarımı da sessizce geçiştirmeye çalışıyorsunuz.
Sizce "tartışmak" bu mudur? Polemikle kandırabileceğiniz
kişiler olabilir; ama olguları değiştiremezsiniz. Sizi o dönemlerle
ilgili olup da verdiğim belgeleri yorumlamaya, kanıtlarımı ve vardığım
sonuçları çürütmeye çağırıyorum. Son yazınızda üstün
gelmiş bir yağlı güreşçi gibi temenna çakmaya hakkınız olduğunu
hiç sanmıyorum...
Sözü kısa keseceğim. "Bağımsızlık"tan söz
ediyorsunuz. Yalnız şunu derim: Yaşasın ulusal ve tam bağımsızlık!
Devrimci anlayışla dil geliştirmekten söz ediyorsunuz. Sizin
devrimciliğinizde gözüm yok. Dilediğiniz yerde, dilediğiniz gibi
kullanabilirsiniz. Benim dünyagörüşüme göre dilde devrim olmaz.
Laik bir tutumla dil geliştirmekten söz ediyorsunuz. Laiklik nedir,
nerede, ne zaman, neden, ne için, nasıl doğmuştur? Bırakıyorum
bunları bir yana. Gelsin Türkçe Sözlük (6. baskısı)!
"layık: ... Din işlerini dünya işlerine karıştırmayan, dünya
işlerini dinden ayrı tutan." Burada dünya işi sizce "özleştirmecilik"
olduğuna göre, "din işlerini özleştirmeciliğe karıştırmıyorsunuz,
özleştirmeciliği de dinden ayrı tutuyorsunuz" demek. Ne
diyeyim? Kolay gele... Aman bu yoldan şaşmayın. Yoksa, örneğin
ezanı öz Türkçe okutmanız gerekecek. Başaramayacağınız bir işe
girişmiş olacaksınız, rahatınızı kaçıracaksınız. Ama bu
arada ulusal davranmamış oluyormuşsunuz. varsın öyle olsun. Böylece
ulusalcılık ile laiklik ilkelerini birlikte uygulamayan bir örnek
de vermiş oluyorsunuz. Ama vardır bir gerekçeniz elbet... Kim
bilir, belki de "laik bir tutumla dil geliştirmek" öyle
herkesin anlayabileceği işlerden değildir, uzman olmayı
gerektiriyordur... İyisi mi, "bilmediğim bir konuyu tartışmaya
yeltenmeyeyim..."
1 Emin Özdemir, "Özleştirme
Üzerine Yinelemeler", Türk Dili, sayı 312, Eylül 1977.
2 E. Özdemir, "Gazete ve Dergilerde", Varlık, sayı
838, Temmuz 1977.
3 E. Özdemir, "Özleştirme Üzerine Yinelemeler".
4 [Fe Yayınları'nca basılan "Dil ve Politika"da, 4. dipnot basılmamış;
Türkiye Yazıları'ndaki metinde ise, bu dipnot yok... Anlaşılıyor
ki tümce, Emin Özdemir'in "Özleştirme
Üzerine Yinelemeler" adlı yazısından alıntılanmış.]
5 Nurullah Ataç, Günce (TDK Yayınlar: 342/1 ve 2,
Ankara Üniversitesi Basımevi, 1972), s. 79, 160, 164, 754, 756.
6 Yılmaz Çolpan, Ataç'ın Sözcükleri, TDK Yayınları:
214, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1963.
7 E. Özdemir, "Kimden Yana, Kime Karşı?", Türk
Dili, sayı 306, Mart 1977. [Emin Özdemir'in "dilde halkçılık"
tanımı için bkz.: ii. sonnot.]
8 E. Özdemir, "Özleştirme
Üzerine Yinelemeler".
9 Ragıp Gelencik, "Neden Yana Neye Karşı?",Türkiye
Yazıları, sayı 2, Mayıs 1977. [Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.]
10 E. Özdemir, "Avurdu Yellilik", Türk Dili,
sayı 309, Haziran 1977.
11 E. Özdemir, "Kimden Yana, Kime Karşı?".
[Emin Özdemir burada, Öner Ünalan'ın "Dil Sorunu ve Dilsel Sorun"
adlı incelemesini eleştiriyor. Bkz.: Ragıp Gelencik, "Dil Sorunu ve Dilsel Sorun",
Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 25-46. Bu yazı ilk kez "Nesin Vakfı 1977 Edebiyat Yıllığı"nda yer almıştır.
(Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.) Öner Ünalan'ın görüşlerine yönelik benzer eleştiriler
için bkz.: v. sonnot.]
12
E. Özdemir, "Özleştirme
Üzerine Yinelemeler".
i Ragıp Gelencik, "Yanılgı
Çeşitlemeleri", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s.
97-111. Bu yazı ilk kez Türkiye Yazıları dergisinde (Ragıp Gelencik,
"Halk Dili Üzerine", Türkiye Yazıları (dergi), sayı 8,
Kasım 1977, s. 14-19.)
yayınlanmıştır.
ii Öner Ünalan, önceki yazısında şunları söylüyor: "Özümsenmiş sözcüklerin istediğiniz gibi tam ve değişmez bir listesini hiçbir zaman veremeyecek durumda isek de, onlar değişir ama belirli sınırlar içinde, Türkçenin en yaygın ve işlek kesiminde, halk dilinde, yaşayadurmaktadır. Ve onlar size, bana, bir üçüncü kişiye göre değil, halka göre özümsenmiştir. İlk yazınızda halkçılık gösterisinde de bulunarak şöyle diyordunuz: 'Yalın bir tanımla dilde halkçılık, halkın yarattığı ekinsel değerlerden yararlanma, çağdaş ekinsel değerleri halka indirmedir. Daha doğrusu düşünce dolaşımını, bilgi alış-verişini toplumun her kesiminde gerçekleştirmektir. Bu da büyük ölçüde halk diliyle bütünleşmeyi gerektirir.' Tanımınız sizin olsun. Şunu öğrenmek isterim: Halk dilinin özümsediği sözcüklere yabancı gözüyle bakarak bu bütünleşmeyi nasıl başaracaksınız? Okurlarınızı içtenliğinize nasıl inandıracaksınız?"
Bkz.: Ragıp Gelencik, "Dile Buyruk Vermek ve Ötesi", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 83-92. Bu yazı ilk kez Türkiye Yazıları dergisinde (Ragıp Gelencik, "Dile Buyruk Vermek ve Ötesi", Türkiye Yazıları (dergi), sayı 5, Ağustos 1977, s. 11-14.) yayınlanmıştır.
(Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.)
iii Öner Ünalan, önceki bir yazısında, "halk dili"ni daha ayrıntlı ele alır.
Bkz.: Ragıp Gelencik, "Halk Dili Üzerine", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 69-72. Bu yazı ilk kez Türkiye Yazıları dergisinde (Ragıp Gelencik, "Halk Dili Üzerine", Türkiye Yazıları (dergi), sayı 1, Nisan 1977, s. 5-6.) yayınlanmıştır. (Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.)
Emin Özdemir, "Bir de şu var, dilde halkçılığı yanlış anlıyorsunuz Bay Gelencik."
derken, Öner Ünalan'ın bu incelemesindeki görüşlerinden söz ediyor
olabilir.
iv Fe Yayınları'nca basılan "Dil ve Politika"da, tırnak içindeki tümcenin kaynağı belirtilmemiş. Türkiye Yazıları'ndaki metinde ise tümce
farklı ve tırnak içine alınmamış: "Ulus, tarihsel olarak gelişmiş ve kendisini belirli bir dil, toprak, ekonomik yaşam ve kültür ortaklığında dışavuran ruhsal biçimlenme birliğidir."
v
Prof. Dr. Cem Eroğul da "Aydınlanmanın Aracı Olarak Öz Türkçe" adlı yazısında, Öner Ünalan'ın, Türkiye'de ulusal dil geliştirme çabası sırasında şoven ve ırkçı tutumların da zaman zaman etkili olduğu görüşünü paylaşmadığını belirtiyor ve yazısının 5. dipnotunda şöyle söylüyor: "Buna dikkat edilmezse, özleştirmecilik bir tür ırkçılıkla özdeşleştirilebilir. Ragıp Gelencik gibi, konunun uzmanı, değerli bir yazar bile bu yanlışa düşebilmiştir. Bkz. Dil ve Politika, FE Yayınlan, Ankara, 1993, s. 44, 107, 109 vd."
Öner Ünalan'ın, Sayın Eroğul'un yazısından haberli olduğunu sanmıyoruz.
Sayın Eroğul şunları söylüyor:
"... Türkiye'de ulusçuluk, birbirine özde karşı iki temel anlam barındırmaktadır. Dil Devrimi, bu anlamların birincisi ile ilintilidir. Bu devrim, antiemperyalist sıcak savaşı kazanmış olan bir halkın var olma savaşımının ayrılmaz parçasıdır. Öz Türkçecilik, hem halkçılığın, hem de bu ilerici ulusçuluğun ortak siyasetidir. Güneş-Dil Kuramı'nın dilin özleşmesiyle hiçbir ilgisi yoktur. O denli ki, Falih Rıfkı Atay, bu kuramın Atatürk tarafından, dilde özleşmeden vazgeçebilmenin bahanesi olarak benimsendiğini söyleyebilmiştir. Atay'ın bu değerlendirmesi kanımca yanlıştır. Çünkü Atatürk, ölünceye dek özleşme çabasını sürdürmüştür. Buna karşılık, Güneş-Dil Kuramı'nın, Türkçe'ye en yabancı sözcüklerin bile Türkçe kökenli olduğunu savunarak, bu sözcüklerin ayıklanmasına karşı çıkanların ekmeğine yağ sürdüğü tümüyle doğrudur. Güneş-Dil Kuramı Atatürk'ün ölümünden sonra unutulup gitmiştir. Ne var ki, bu tür görüşlere kaynaklık eden Türkçü tutum (gerici ulusçuluk), her geçen gün güçlenmiş, eninde sonunda da ilerici ulusçuluğu alt etmeyi başarmıştır. Bu yeni ulusçuluğun üstün gelmesi, devlet siyaseti olarak Dil Devrimi'nin sonunu getirmiştir. Türkçüler öz Türkçe'ye hep düşman olmuşlardır. Kürtçe'yi yasayla yasaklayacak denli Türkçü olanların, öz Türkçe'nin kalesi olan Türk Dil Kurumu'nu kapatmış olmaları raslantı değildir. Öyleyse Dil Devrimi'nin (öz Türkçeciliğin) ulusçulukla ilişkisini irdelerken çok dikkatli olmak gerekir. [Öner Ünalan'ın görüşünü eleştiren
5. dipnot burada yer alıyor.] Atatürk öldükten sonra ülkeye bütünüyle egemen olan Türkçü ulusçuluk dilde özleşmenin amansız düşmanıdır. Özleşmeyi savunan ulusçuluk ise, Türkçü değil, halkçıdır. Bu ulusçuluk, dilde özleşmeyi Türk Aydınlanmasının, başka bir deyişle, bu topraklarda yaşayan tüm insanların uygarlaşma, adam olma savaşımının başlıca araçlarından biri olarak görür." (Cem Eroğul, "Aydınlanmanın Aracı Olarak Öz Türkçe",
"Bilanço 1923-1998: Türkiye Cumhuriyeti'nin 75 Yılına Toplu Bakış" Uluslararası Kongresi (Bildiri Özetleri), Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, Ocak
1998, s. 275-282.)
Prof. Dr. Cem Eroğul'nun kişisel internet sitesideki sayfasında yer alan yazıyı
(PDF dosya) okumak için buraya tıklayınız.
Melih Cevdet Anday da, Cumhuriyet gazetesinin 15 Temmuz 1983
tarihli sayısında yayınlanan "Unutulmuş Bir Kuram" başlıklı
yazısında, Öner Ünalan'ın "Güneş-Dil Teorisi Üstüne"
adlı incelemesindeki kimi görüşlerini eleştirir. Öner Ünalan bu incelemesinde, Türkiye'de ulusal dil geliştirme çabası sırasında şoven ve ırkçı tutumların da zaman zaman etkili olduğundan söz etmese de, Güneş-Dil Teorisi'nin belirli bir politikayla ilişkileri üzerinde durmuştur.
Sayın Anday,
Öner Ünalan'ın Güneş-Dil Teorisi'yle ilgili saptamalarına ve "Güneş-Dil Teorisi resmi tarih tezinin hem gereği ve sonucu hem de dayanağıdır."
ve "Güneş-Dil Teorisini yalnızca bir 'etimoloji incelemesi' saymak, onun ideolojik ve politik yanını görmemek veya görmezden
gelmektir."
vargılarına katılmamış olmalı ki, şunları söylüyor:
"Atatürk'ün Güneş-Dil
Teorisi'ne yakın ilgisini biliyoruz; bence bu ilgi, bütün dillerin
kardeş sayılması ve böylece insanlığın aşağı ve üstün
katmanlara bölünmemesi savından kaynaklanmıştı. Tarih ve Dil
teorilerinin koşutluğu da bu kaygıyı gösterir. Üzücü olan,
konunun işlenmemiş bırakılmasıdır. Kültür yaşanan bir olgudur
oysa, Güneş-Dil Teorisi'nin ideolojik ve politik bir yanı olduğu
elbette açıktır. Ama Hind-Avrupa dil ailesinin bütün dillere üstün
olduğu anlayışında Batı hiç mi ideolojik ve politik amaçlı değildi!"
(Melih Cevdet Anday, "Unutulmuş Bir Kuram", Cumhuriyet (gazete), 15 Temmuz 1983, Cuma, s. 2.)
Melih Cevdet Anday'ın yazısının ilgili kesimini okumak için buraya
tıklayınız.
Öner Ünalan'ın adı geçen incelemesi için bkz.: Ragıp Gelencik, "Güneş-Dil Teorisi Üstüne",
Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 47-57. Bu yazı ilk kez Tan dergisinde (Ragıp Gelencik, "Güneş-Dil Teorisi Üstüne", Tan (dergi), sayı 11, Haziran 1983, s. 6-14.) yayınlanmıştır.
(Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.)
|
|