Kitapları | Alıntılar

NEDEN YANA, NEYE KARŞI?[i]

Sayın Emin Özdemir,
Nesin Vakfı'nın son edebiyat yıllığında yayımlanan incelemem[ii] üzerine yazdığınız eleştiriyi okurken öfke, şaşkınlık ve onların doğal sonucu olan sataşmalarla karşılaşmak, açık yürekle söyleyeyim ki, eleştirilmekten o her zaman duyduğum zevki epeyce azalttı. Bence, Türk Dili'nin "Değiniler-Düzeltiler" köşesindeki yazar, kim olursa olsun, serinkanlı kalmalıdır.

İncelememde Marksçı bir yaklaşım bulunduğunu sözde üstü kapalı söyleyerek başlıyorsunuz yazınıza; ve bu yaklaşımı paylaşan bütün araştırma, inceleme, eleştirme emekçilerini küçümser ve Marksçılığa karşı önyargılı olduğunuzu dışavuran bir dil kullanıyorsunuz: "Sorunları bilimsel ölçütlere göre değil, birtakım kavramların esrikliği içinde yargılayıp tartışıyorlar. Kavram esrikliğiyse parçacı bir düşünüşe götürüyor onları. ... Ucuz genellemelere, kesinlemelere gidiyorlar. Albenisine kapıldıkları, 'kerrat cetveli' gibi belledikleri belirli kavramlara yaslanarak yapıyorlar bunu."[1] vb. Ama bu sözlerin ve böyle bir başlangıcın ne işinize yaradığı pek anlaşılmıyor; çünkü "kavram esrikliği" yüzünden "parçacı düşünüş"le sakatlanmış bulduğunuz incelememde varılan sonuçlardan yalnız biri, benimsediğiniz dilsel tutumla ilgili olanı üzerinde, üstelik konuyu epeyce dağıtarak duruyorsunuz. Bizde dil sorununu ve dilsel sorunu, XIII. yüzyıldan günümüze kadar, eksik de olsa gözden geçiren bir incelemede sizi ilgilendirmiş görünen yalnız bu. Acaba "kavram esrikliği" dediğiniz şey, her neyse, bende, incelememin o noktasında mı başlıyor?

Dağıttığınız konuyu toparlamak için eleştirinizi sonundan başına doğru ele alacağım. Son sözünüz şu: "Kaldı ki sözcükleri seçme ve dilediği gibi kullanma bireylerin dilsel özgürlüğüdür." Doğrusu on binlerce kişilik bir stadyumda herkes "GOOOOOOOOOL!" diye bağırırken, sizin "SAYIIIIIIII!" diye bağırabileceğinizi, ve size garip garip bakanlar olursa, onlara bir Ataç aldırmazlığı gösterebileceğinizi kabul ediyorum. Beni eleştirirken dilsel özgürlüğünüzün tadını nedense hiç denecek kadar az çıkarmışsınız: Anlamdaş sözcüklerin yenilerini seçmekle yetinmiş, üstelik onları dilediğiniz gibi değil, HERKES gibi kullanmışsınız. Diş ve ağrımak sözcüklerini bu özgürlüğünüze dayanarak seçmediğinizi ve onların yerine seçtiğiniz sözcükleri gerektiği gibi değil de dilediğiniz gibi kullandığınızı varsayarak, dişiniz ağrıdığını nasıl söyleyebileceğinizi araştırdım. Herhangi bir yol bulamadım. Bunun bir yolunu bulmuş değilseniz, özgürlüğünüz burada bitiyor. Yazılarınızda "tutucular" diyerek epeyce sert eleştirdiğiniz kişilere böyle bir özgürlük tanımadığınıza göre, ve bu sınırlar içinde dilsel özgürlüğünüzü hiç kimse elinizden alamayacağına göre, bana karşı özgürlükçü kesilmeniz neden?

Bazı kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini (maddesel varlık biçimlerini) almanın bir zorunluk olabileceğini söylemem hoşunuza gitmemiş. Oysa bu, benim koyduğum keyfi bir kural değil; bir olgu, ve bütün diller için geçerli. Öyle olmasaydı, yeryüzünde % 100 arı kalmış birçok dil bulunmak gerekmez miydi? İnsanoğlunun zorunlukları en iyi anladığı alanda en egemen olduğunu bilmediğinizi sanmıyorum; bu yüzden tepkinizin gerekçesini kestiremiyorum. Bu zorunlukla ilgili olarak diyorsunuz ki: "Kendisinin yerini de dilsel sorunda 'şovenliğe, ırkçılığa, kozmopolitliğe hayır; zorunlukların anlaşılmasına, [bugüne] kadarki gelişmenin olumlu yanına evet' diyerek belirtmek istiyor. Oysa eytişimi, kentsoyluluğu, anamalcılığı benimsemediğine, bunların yerine diyalektiği, burjuvaziyi, kapitalizmi yeğlediğine, dahası kimi kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini almayı önerdiğine göre bu da bir tür kozmopolitlik değil midir diye sorulabilir. Ama sormayacağız." Anlaşılan, yazınızın son paragrafında öfkeniz yatışmış; beni güç durumda bırakmak istemiyorsunuz. İstemediğiniz bir şeyi yapmak, yani sormadığınız bir soruyu yanıtlamak istemiyorum. Yalnız küçük bir yanlışınızı düzeltmeliyim: Ben, bazı kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini almayı önermiyorum; bunun bir zorunluk olabileceğini söylüyorum. Bana bu zorunluğun sınırlarını soruyorsunuz: "... kimi kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini alacaksak bunun sınırı nerde başlayıp nerede bitecek?" diyorsunuz. Yerinde bir soru. Bu zorunluğun sınırları dilden dile, çağdan çağa değişebilir. Bizi ilgilendiren, ulusal dilimizi geliştirirken bu zorunluğun nasıl ve hangi ölçüde işlediğidir. Dilbilimin bu sorunumuza açık seçik bir çözüm sunduğunu sanmıyorum. (Yanlış olmasını çok istediğim bir sanı.) Bizim araştırmamız gereken konulardan biridir bu. Kişisel gözlemlerime göre,
1. Çok eski olup da tarihsel gelişim sürecinde ilk anlamlarından çok daha zengin anlamalar edinmiş, ilk anlamlarını çok aşmış sözcüklere;
2. Kökleri özel ad olan sözcüklere;
3. Daha erişemediğimiz bir bilim, yapınbilim (technology) vb. düzeyinde varılan kavramların ve türetilen ve üretilen nesnelerin adlarına, ya karşılık öneremiyoruz, ya karşılık önerirken büyük güçlüklerle karşılaşıyoruz, ya da her nasılsa önerebildiğimiz karşılıklar genellikle tutunamıyor. Atom, banka, cebir (algebra), elektrik, felsefe, fizik, kanser vb. birincilere; grev (place de la Gréve'den), makadam (McAdam'dan), pastörleme (pasteurisation, Louis Pasteur'dan), röntgen (William Konrad Röntgen'den), sandviç (belki Earl of Sandwich'ten), şoven (Nicolas Chauvin'den) ikincilere örnek gösterilebilir. Üçüncülere ise bir görüt (television) alıcısındaki parçalardan çoğunun adı ve bionic, bionics, biocrat, biocracy gibi oldukça yeni sözcükler örnek olabilir. Belirli çağlarda, belirli toplumlarda, özel koşullarda belirip yitmiş akımları, ilişkileri, durumları vb. dile getiren ve artık bir bakıma ölü veya yarı-ölü sayılabilecek sözcükleri almak da kaçımılmaz görünüyor. Örneğin bütün batılı dillerin derviş sözcüğünü aldığı gibi... Evet, böyle bir zorunluk var; ama yabancı sözcükleri kullanmak gene de sizin "anadil bilincinizi yaraladığı için", plutocracy ve imperialism sözcüklerine varsılerki ve yayılmacılık karşılıklarını önerirseniz size ırkçı mı, şoven mi diyeceğimi öğrensemişsiniz. Önce şunu söyleyeyim: Ne yazık ki önerilerinizin ikisi de eksik ve ikincisi yalnız eksik değil, aynı zamanda yanlış. Plutocracy'e "zengin iktidarı" veya "zenginlik iktidarı" anlamına anlamına karşılık öneriyorsunuz; ama sözcüğün ikinci anlamı, "zenginliğin verdiği güçle politik ve ekonomik yönetimi denetleyen veya etkileyen sınıf veya zümre" anlamı için karşılık önermiyorsunuz. Plutocrat'a ve plutocratic'e de alttan alta nasıl bir karşılık önerdiğiniz belli değil. Imperialism için önerdiğiniz yayılmacılık karşılığı yanlış; çünkü o expansionism'in karşılığıdır veya olabilir. Imperialism'e "kapitalciliğin en yüksek aşaması" anlamına gelen bir karşılık bulurasnız ve yukarda anılan eksiklikten de kendinizi kurtarabilirseniz, bilesiniz ki o karşılığı ilk kullananlardan biri olacağım. Bu önerilerinizden ötürü size "ırkçı, "şoven" (veya "şovenci" [Chauvinist]) demek için hiçbir gerekçe görmüyorum. Ama, umarım, "başarısız" olduğunuzu kendiniz de itiraf edeceksiniz. İncelememde "... zorunluk yoksa, başka dillerden sözcük almak gereksiz ve yanlış olur." dendiğini, dil ve zorunluk konusuna buradaki kadar dar bir açıdan bakılamayacağını da eklemeliyim.

Burjuvaji, kapital, diyalektik -ki bunlar yukarda andığım birinci çeşit sözcüklerdendir- yerine kentsoylular veya kentsoyluluk, anamal, eytişim demenin kavramları çarpıttığını veya belirsizleştirdiğini söyleyerek bourgeoisie sözcüğünü örnek alıp yaptığım açıklamayı önce yetersiz bulmamış görünerek diyorsunuz ki: "Kentsoylu[lar] sözcüğünün yapısı, anlamı tartışılabilir. Bourgeoisie sözcüğünün üstlendiği tarihsel ve siyasal içeriği karşılayıp karşılamadığı sorulabilir." Ve hemen şunu ekliyorsunuz: "Ancak yazarın tartışma mantığı sakattır. Sözcükler karşıladıkları kavramları adlandırmaya, ayırmaya yarar. Adlandırdıkları varlık ya da nesnelerle özdeşlikleri yoktur. Böyle olunca kentsoylu sözcüğüne bakarak, insanın soyu kent midir diye bir anlam çıkarmak, kerestesi marangozlukta, kabukları sepicilikte kullanılan, şekerli yemişi olan bir nesneyi karşılayan keçibounuzu sözcüğüyle 'keçinin boynuzu' [Keçi boynuzu demek istiyorsunuz.] arasında bir bağlantı kurmak gibidir." Ve böylece o sözcüğü seviverdiğinizi gülümseyen bir anlatımla dışavuruyorsunuz. Yemiş olarak keçiboynuzu'nu, "keçi boynuzu"na benzediği ve dolayısıyla söylediklerinizi yanlışlayabileceği sanısıyla mı unuturlanıyorsunuz? "Bir şeyin adı, onun niteliklerinden farklı bir şeydir."[2] Dilerseniz bunu adınız ve soyadınız ile kendi niteliklerinizi örnek alıp irdeleyebilirsiniz. Yalnız, burada çok önemli şeyleri gözden kaçırıyorsunuz: Kavram-kavram ¾ kavram-sözcük ¾ sözcük-kavram ilişkilerini. Batıda eskiden varılmış ve maddesel varlık biçimleri (sözcükleri) kendileriyle birlikte doğmuş kavramlar için Türkçede gönlünüzün dilediği sözcükleri önerebileceğinizi ve onların benimsenebileceğini öyle alttan alta değil, açıkça öne sürüyorsunuz. Yalnız şunu söyleyeceğim: Bu iş bu kadar basit olsaydı, bugün dilsel sorunumuz olur muydu?

Ve kullandığım Türkçeyi en zayıf yanım sanarak diyorsunuz ki: "Ataç'ın savaşımı tam bir yaygınlık kazanmıştır bugün. En somut örneği de Ragıp Gelencik'in kendi dilidir. İncelemesinin sözcük dokusu bir aşağısama bağlamıyle kullandığı 'küçük burjuva sözcük şovenliği'nin getirdiği yeni söz değerleriyle oluşmuştur. Ne ki o kendi yerinin ayrımında değil." Sayın Özdemir, kullandığım Türkçeye Ataç'ın ve onun tutumunu benimseyen kişilerin de (zararları yanında) katkıları olduğunu asla yadsımadım. Kullandığım dili önce Türk Halkı'na, sonra da XIX. yüzyılın ikinci yarısından beri ulusal dilimizi geliştirmeye emek vermiş birçok insana borçlu olduğumu, sizin de aynı durumda olduğunuzu unutmanıza şaşmıyorum; çünkü insaf ve vefa sözcüklerine, bugüne kadar, öz Türkçe karşılık önerildiğini ansımıyorum. Sözünü ettiğiniz o savaşımın tam bir yaygınlık kazandığını da sanmıyorum. Baksanıza, Ataç'ın sevmediğini, gereksemediğini söylediği ve şovenlik döneminde hiç kullanmadığı "VE"yi siz bile kullanıyorsunuz. Ve iyi ediyorsunuz. "Ataç'ın savaşımı" derken "ulusal dili geliştirme savaşımı"nı kastediyorsanız, onun da tam bir yaygınlık kazandığı söylenemez; ama geçmiştekine oranla daha bilinçli ve bilimsel yürütülmeye başlandığını gösteren sevindirici belirtiler gittikçe çoğalıyor. Ayrıca , Ataç'ın yerini ucuzlattığımı söyleyerek bana haksızlık ettiğinizi sanıyorum. Şey, kadar, nasıl gibi halk dilinin özümsediği sözcüklere saldırdığı için sözcük şovenliği yaptığını söyleyerek mi ucuzlatıyorum onun yerini? Peki ama, sizce onun davranışına daha uygun olan ad nedir? Özleştirmecilik mi? İncelememde Ataç'ın gökten zembille inmediğini, belirli koşullarda, küçük-burjuva aydınlar ulusalcılığının dilsel sorundaki yansısı olduğunu göstermeye çalıştım. Unutmayalım ki Ataç'ın dil geliştirmede doğruluğuna inandığı ikinci bir tezi vardır: Okullarda Latince ve Yunanca okutulmak koşuluyla Batılı dillerden sözcük alınabileceği![iii] Siz, bugün böyle bir tezin benimsenmesinden yana olabilir misiniz? Ataç kendi nesnel ve öznel koşullarının ürünüydü. Bugün kimse, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ikinci bir Ataç olamaz; ancak Ataç'ımsı bir dalçaba (gayretkeş) olabilir. Devrim sözcüğünün anlam değiştirdiği günümüzde Ataç'ı bir devrim kahramanı gibi göstermeniz neye yarar? Ataç'ın kendi çağında sizden ne kadar ilerde olduğu şurdan belli ki, onun reformlar (Siz "devrimler" diyorsunuz.) üzerine söylediklerini, ölümünden yirmi yıl sonra ve onlara yeni hiçbir şey katmadan, benimle tartışma konusu yapmak istiyorsunuz. Köprülerin altından çok su aktı. Bana öyle geliyor ki, bugün, Ataç'a haksızlık edeceğim kaygısıyla onu abarttığım da söylenebilir.

Sözün kısası, tutumunuzda, a) Birey adına aşırı abartılmış bir dilsel özgürlük anlayışı; b) Zorunlukların anlaşılmasına "hayır" diyen bir duygusallık; c) Dil geliştirmede keyfî davranılabileceği kanısı; d) Ataç'a aşırı bağlılık; e) Onun dışındaki ulusal dil emekçilerine karşı bir haksızlık; veya hiç değilse bunların kuvvetli belirtileri var. Dil geliştirmenin ideolojik ve politik yanını ise gereğince önemser görünmüyorsunuz. Bütün bunlardan ötürü, incelememin bitimindeki sonuç karşısında öfkelenmeye ve şaşmaya önceden hazırsınız. Asıl üzerinde durmak istediğiniz ve konuyu dağıtarak eleştirebileceğinizi sandığınız o sonuç da şu: Bugün dilsel sorunun çözümü (ulusal dilin korunması ve geliştirilmesi) ile ilgili olarak iki tutuma ve uygulamaya karşı çıkılmalıdır:

1. Dilimizin özümsediği yabancı kökenli sözcüklere düşmanlık eden, zorunlukları anlamaya aldırmayıp yabancı kökenli her sözcüğe ille de karşılık önermeye kalkan ve bu yüzden kavramları çarpıtan veya belirsizleştiren, ulusal dilin gelişmesini köstekleyen tutum ve uygulama (şoven küçük-burjuva tutum ve uygulama).

2. Ulusal dilin geliştirilmesinden resmen vazgeçen, dil geliştirme çalışmaları sırasında türetilmiş çok güzel Türkçe sözcükleri bile bir yana bırakıp dilimizi Osmanlıca ve Batılı sözcüklere açan, böylece dilde karışıklığa yolaçarak kavram kargaşası yaratmayı, ulusal bilinci köreltmeyi amaçlayan tutum ve uygulama (kozmopolit tutum ve uygulama).

Saldırgan biçimleri (şovenlik ve ırkçılık) ile birlikte burjuva ulusalcılığı, günümüzde, gerici bir ideoloji ve politika olarak, yalnız burjuvaziye ve emperyalizme hizmet eder. Kozmopolitlik, ulusların ulusal bilincini köreltmeyi amaçladığı için, büyük emperyalist devletlerin dünya egemenliği planlarının gerçekleşmesine katkıda bulunur. Antiemperyalist, ilerici bir ulusalcılıkta[iv], saldırgan biçimleriyle birlikte burjuva ulusalcılığına ve kozmopolitliğe hiçbir alanda yer yoktur. Ve böyle bir ulusalcılık, ulusal dilin bilimsel geliştirilmesinden vazgeçemez. İşte bunlardan ötürü, yukarda anılan iki tutum ve uygulama birbirinin karşı tezi değildir; tersine, bir ve aynı tezin birbirini tamamlayan iki parçasıdır. Karşı tez ise şudur: Ulusal dilin korunması ve geliştirilmesi sırasında şovenliğe, ırkçılığa, kozmopolitliğe hayır; zorunlukların anlaşılmasına ve bugüne kadarki gelişimin olumlu yanına evet!

Bütün bunlara karşılık yargınız, gerekçeleriyle birlikte, şöyle: "Görülüyor ki parçacı düşünüş, kimi kavramların esrikliği içinde dil sorununa yaklaşış Ragıp Gelencik'in çıkmazı oluyor. Dille toplum, dille birey, sözcükle dil olguları üzerinde yeterince düşünmediği için özleştirme çabasını sürdürenlerle bu çabanın karşısında olanları aynı 'kompartıman'a yerleştiriyor." Sayın Özdemir, siz ya "şoven küçük-burjuva tutum"u bilinçli olarak benimsiyorsunuz ve dolayısıyla yukardaki sonuca karşı çıkarken de bilinçlisiniz; ya o tutumu yanılarak benimsemişsiniz veya benimsediğinizi sanıyorsunuz ve bu yüzden doğru davrandığınız kanısıyla bir daha yanılıyorsunuz; ya ba bilmediğim ve kestiremediğim özel bir durumunuz var. Birincisi doğruysa neye hizmet ettiğiniz bellidir; ikincisi doğruysa özeleştirinin gereklerini yerine getirmelisiniz; üçüncüsü doğruysa davranışınızın nedenlerini açıklayacağınızı umarım.

Yazınıza "Kimden Yana, Kime Karşı?" başlığını koyarak iki seçenek tanıyorsunuz: Şoven tutum ve kozmopolit tutum. Bugün yalnız iki seçenek olduğu doğru. Ama şöyle: Ulusal dilin bilimsel geliştirilmesinden yana olmak ve olmamak.


1 Emin Özdemir'den yapılmış bütün alıntılar için bkz.: Emin Özdemir, "Kimden Yana, Kime Karşı?", Türk Dili, sayı 306, Mart 1977.

2 Karl Marx, Kapital (Sol Yayınları, Orsel Matbaası, Ankara, Temmuz 1975), c. I, s. 123.


i Ragıp Gelencik, "Neden Yana, Neye Karşı?", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 73-81. Bu yazı ilk kez Türkiye Yazıları dergisinde (Ragıp Gelencik, "Neden Yana, Neye Karşı?", Türkiye Yazıları (dergi), sayı 2, Mayıs 1977, s. 14-16.) yayınlanmıştır.

ii Bkz.: Ragıp Gelencik, "Dil Sorunu ve Dilsel Sorun", "Nesin Vakfı 1977 Edebiyat Yıllığı".

Ayrıca, bkz.: Ragıp Gelencik, "Dil Sorunu ve Dilsel Sorun", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 25-46. (Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.)

iii Türkiye Yazıları'ndaki metinde, burada şu tümce yer alıyor: "Bundan da anlaşılabileceği gibi, Ataç dilde papağanlığa (psittacisme) karşıydı."

iv Türkiye Yazıları'ndaki metin şöyle: "Antiemperyalist, ilerici (sosyalizme açık) bir ulusalcılıkta ...".