Kitapları | Alıntılar

DİLE BUYRUK VERMEK VE ÖTESİ[i]

Bay Emin Özdemir,

"Avurdu Yellilik"[1] adlı yazınızın bana sövgü olduğunu, tartışmamızı çığırından çıkardığınızı söyleyenler var. Sözde bu koşullarda tartışılmazmış. Paylaşmıyorum bu kanıyı. En iyi savunu saldırıdır, ilkesine uyuyor ve bu arada sövgü silahına da başvuruyorsunuz diye tartışmayı bırakacak değilim ya. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır!
Size iyi niyetle şöyle demiştim: "Bence, Türk Dili'nin en güvenilir köşesi olmak gereken 'Değiniler-Düzeltiler' köşesindeki yazar, kim olursa olsun, serinkanlı kalmalıdır." Oysa siz, belki de serinkanlı kalmakta kendi adınıza yarar görmediğiniz için olacak, öfkenizi daha da körüklemişsiniz. Öfkenize yenilmenizi istemiyorum. Onun için sizi bir daha uyarıyorum. "Öfke" ile yaptığınız işlerden biri şu: Kendinize öyle bir dilsel özgürlük tanıyorsunuz ki, söylediklerimi dilediğiniz gibi anlamakta sakınca görmüyorsunuz. Örneğin ben şöyle diyorum: "Bazı kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini almak bir zorunluk olabilir."[2] Siz şöyle anlıyorsunuz: "kimi kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini almayı önerdiğine göre". Bu zorunluğun anlaşılabilmesi için araştırma yapmak gerektiğini özellikle belirttikten sonra şöyle diyorum: "Kişisel gözlemlerime göre,
"1. Çok eski olup da tarihsel gelişim sürecinde ilk anlamlarından çok daha zengin anlamlar edinmiş, ilk anlamlarını çok aşmış sözcüklere;
"2. Kökleri özel ad olan sözcüklere;
"3. Daha erişemediğimiz bir bilim, yapınbilim (technology) vb. düzeyinde varılan kavramların ve türetilen ve üretilen nesnelerin adlarına; ya hiç karşılık öneremiyoruz, ya karşılık önerirken büyük güçlüklerle karşılaşıyoruz, ya da her nasılsa önerebildiğimiz karşılıklar genellikle tutunamıyor. ... zorunluk yoksa başka dillerden sözcük almak gereksiz ve yanlış olur."[3] Siz şöyle anlıyorsunuz: "Ragıp Gelencik kişisel gözlemlerine dayanarak böyle bir saptayımı yapıyor, 'çok eski olup da tarihsel gelişim sürecinde ilk anlamlarından çok daha zengin anlamlar edinmiş, ilk anlamlarını çok aşmış sözcüklere' Türkçe karşılıklar aranmamalıdır. ... Kökleri özel ad olan sözcüklere Türkçe karşılıklar aranamayacağını söylüyor Ragıp Gelencik. ... Uygulayımbilim (teknoloji) alanına giren kimi nesne adlarına da Türkçe karşılık yaratamayacağımızı buyuruyor Ragıp Gelencik." Şu öfkenin size ettiğine bakın ki bu son sözü, içinde "television" sözcüğüne görüt karşılığını önerdiğim bir yazımı eleştirirken söylüyorsunuz. Söylemediğim şeylere dayanarak söyledikleriniz üzerinde yeri geldikçe veya gerekli gördükçe duracağım. Yazınıza girerken yaptığınız o uzun ve çalımlı peşrevi ise tartışmamıza katkısı olmayacağı için bir yana bırakıyorum.
İlk yazınızda "Kaldı ki sözcükleri seçme ve dilediği gibi kullanma bireylerin dilsel özgürlüğüdür."[4] diyordunuz. İkinci yazınızda şöyle diyorsunuz: "Ragıp Gelencik'in anlayamadığı 'dilsel özgürlük' kavramı, sözcükleri seçmeyle ilgilidir. Sözgelimi aynı kavram için, aynı tümce düzeni içinde birimiz mesele, birimiz dert, birimiz de sorun sözcüğünü kullanırız." Ama mesele, dert, sorun sözcüklerinden birini seçebildiğimiz durumda çiçek sözcüğünü seçemeyiz, değil mi Bay Özdemir? İlk sözünüz doğru olsaydı, diş ve ağrımak sözcüklerini seçmeyip onların yerine seçeceğiniz sözcükleri gerektiği gibi değil de dilediğiniz gibi kullanarak "dişiniz ağrıdığını" söyleyebilmeniz gerekirdi. O sözü de herhalde öfkeyle söylemiş olacaksınız. Görüyorsunuz ya, öfkeniz yalnız sizin değil, benim de yanılmama yolaçabiliyor. Birey adına aşırı abartılmış bir dilsel özgürlük anlayışınız olduğunu sanmıştım. Kazın ayağı öyle değilmiş...
Peki ama, mesele gibi eski sözcükleri seçenlere karşı yazılarınızda neden öyle sertsiniz? Burjuvaziye burjuvazi deme özgürlüğümü düşünerek bana karşı neden hoşgörülü davranmıyorsunuz? Böyle yapmakla dilsel bir duruma dilseldışı, ideolojik ve politik bir yaklaşımda bulunmuş olmuyor musunuz? Bence bu sorunun yanıtı "evet"tir. Ve biz, gerçekte ideolojik ve politik planda tartışmaktayız. Onun için benim bir dilbilim uzmanı olmama gerek yoktur. Özellikle vurguladığım bu olguyu görmezlikten gelmeyi yeğleyerek diyorsunuz ki: "Sözcükleri (yabancı kökenli) Türkçeleştirmeye yönelme bireylerin düşünme gücüyle,dil duyarlığıyla ilgili bir olgudur. Bunun 'ırkçılk'la, "küçük-burjuva şovenizmi'yle ilgisi milgisi yoktur. Bu ilgiyi kurmaya kalkışmak; dile, dildışı ölçütlerle yaklaşmak olur." Bay Özdemir, ulusal dil geliştirme sorunuyla tarihin kapitalci aşamasında karşılaştığımıza göre, bireylerin düşünme gücünün ve dil duyarlığının bu aşamaya değin neden bu işle uğraşmalarına yolaçacak kadar gelişmediğini açıklamalısınız; yoksa sözleriniz boşlukta kalır. Ve siz bunu açıklayamazsınız. Çünkü, başka ülkelerde olduğu gibi, bizde de, ulusal dili geliştirme çabası tümüyle ideolojik ve politik nedenlerden ötürüdür; bireysel değil, toplumsal ve sınıfsal bir olgudur. Bizde, bu çaba sırasında şoven ve ırkçı tutumlar da zaman zaman etkili olmuştur. Bunu görmeyen kimse, dil geliştirmede, her zaman yanlış bir yola sapabilir. Ulusal dili geliştirmek için dilbilimsel gerekçe de yoktur. Düşünün ki İngilizce, İngilizlerin deyimiyle, yabancı dillerden en çok sözcük "ödünç almış" dildir. Oysa bugün dünyanın en yaygın ve belki de en kıvrak dilidir. İngilizcenin bu durumu dilbilimsel gelişim yasalarına da başka şeylere de uygundur. Ama buna bakarak dilimizi geliştirmekten vazgeçmeyi önermiyoruz. Neden? Sorun ideolojik ve politiktir de ondan! Bizde, 1930'larda yalnız dil geliştirme sorununa mı "ırkçı bir yaklaşım" görüyoruz? Hayır. Tarihe de öyle yaklaşılmıştır, yerleştirme (iskân) işlerine de öyle yaklaşılmıştır... Dil, ırkçı bir tarih görüşünü savunmak için bir yöntem gibi kullanılmış ve dolayısıyla "Güneş-Dil Teorisi" gereksenmiştir. İşin ideolojik ve politik yanını örtbas etmek çıkarınızadır; çünkü bu noktanın kurcalanması, söyleyip durduğunuz gibi "ilerici" değil, bilerek veya bilmeyerek gerici olduğunuzu ortaya koyar. Bu noktada hâlâ kuşkunuz varsa TDK Tüzüğünün 6. ve 45. maddelerini okumanızı salık veririm.
TDK'nin amacı şöyledir: "Dilimizin özleşmesini ve bütün bilim, teknik ve sanat kavramlarını karşılayacak yolda gelişmesini devrimci bir anlayışla ve bilim metodlarına uygun olarak sağlamağa çalışmak." Tüzükte dilin özleşmesinden ne anlaşıldığı ayrıca bildirilmiş değildir. "Şoven küçük-burjuva tutum ve uygulama" dediğim şeyden dilimizin özleşmesine karşı olduğum anlamını çıkarsanız bile, bunu TDK üyelerinin "tüzük gereğince veya uyarınca" kabul etmek durumunda olmadıklarını bilmelisiniz. Ayrıca, "şoven küçük-burjuva tutum ve uygulama"dan "özleştirmecilik"i anlıyorsanız, bu yalnız sizi ve sizin gibi düşünenleri bağlar. Bana karşı "özleştirmecilik" adına konuşur göründüğünüz için söylüyorum bunları. Sözün kısası, sizi TDK'nin temsilcisi olarak görmeme Kurumun tüzüğü engeldir. Dolayısyla sizi "şoven küçük-burjuva tutum ve uygulamanın temsilcisi" olarak görüyorum. Ve şu sözlerinize geçiyorum: "Dilimizin özümsediği yabancı sözcüklerin sınırı nerede başlar, nerede biter? Özümsenmiş olmanın ölçüsü nedir? Kime göre özümsenmiş ya da özümsenmemiştir bir yabancı sözcük? Başta da değindiğimiz gibi bunun ölçüleri konamaz." Doğrusu sizin gibi bir uzmana yakışmıyor bu sözler. Bir uzman gibi değil, belirsizlikler içinde bir şeyler yapmaya çabalayan veya yaptığı işlerin hoş görülmesini sağlama bağlamaya çalışan bir kimse gibi konuşuyorsunuz. Oysa soruna bencileyin ideolojik ve politik açıdan bakan bir kimse için durum sandığınız gibi çapraşık değildir. Ataç çok iyi biliyordu "özümsenmiş sözcük"ün ne olduğunu. "Adımı deliye çıkarttım." derken "baltayı taşa vurduğunu" ve bunu davası uğruna bile bile yaptığını söylüyordu.[ii] Özümsenmiş, yani, adı üzerinde, dilimizin öz malı olmuş sözcüklere de şey, kadar, nasıl gibi sözcükleri örnek göstermiştir. Bunlara pek çok sözcük eklenebilir: Çerçeve, din, duvar, dünya, düşman, haber, hayvan, hafta, hafif, halk, hamur, harf, hemen, her, herkes, hesap, hiç, kenar, domates, patates, şeker, kahve... "Hayvan" sözcüğüne bile karşılık önermiştir Ataç. Dilimizin kökenbilimi (etymology) çok gelişmiş olsaydı bile, bu sözcüklerin hepsini kesinlikle bildiğimizi söyleyemezdik.[iii] Kaldı ki her dil gibi Türkçe de yeni yabancı sözcükleri özümseyedurmaktadır. Ve dilbilime göre bu pek olağandır. Özümsenmiş sözcüklerin de yerine yeni veya başka sözcüklerin geçebildiğini, sözgelimi kadar'ın yerine bugün değin, dek, denli sözcüklerinin de kullanıldığını söyleyeceğiniz için hemen ekleyeyim: Her sözcüğün başına gelebilecek olanın özümsenmiş sözcüklerin de başına gelmesinden doğal ne olabilir? Söylemek ve göstermek istediğim, özümsenmiş sözcüklerle uğraşmanın gereksiz ve yararsız olduğudur, ulusal dilimizin gelişmesine katkısı olmadığıdır. Yüz yıldır uğraşılıyor "VE" sözcüğüyle. Ve bugün onu siz bile kullanıyorsunuz. Boşa harcanmış bunca emek verimli bir yolda kullanılamaz mıydı? "Şove küçük-burjuva tutum ve uygulama"nın ulusal dilin gelişimini kösteklemesi böyle oluyor işte. Şöyle sorabilirsiniz bana: "Özümsenmiş sözcüklerle uğraşan kim?" Yukarda alıntıladığım sözlerinizden sonra böyle bir şey sormamanız gerekir; ama siz sorabilirsiniz. Hemen yanıt vereyim: SİZ! Çünkü bu konuda hiçbir sınır tanımadığınızı kendiniz söylüyorsunuz. Oysa bu işin bir sınırı olmalıdır Bay Özdemir. Özümsenmiş sözcüklerin istediğiniz gibi tam ve değişmez bir listesini hiçbir zaman veremeyecek durumda isek de, onlar değişir ama belirli sınırlar içinde, Türkçenin en yaygın ve işlek kesiminde, halk dilinde, yaşayadurmaktadır. Ve onlar size, bana, bir üçüncü kişiye göre değil, halka göre özümsenmiştir. İlk yazınızda halkçılık gösterisinde de bulunarak şöyle diyordunuz: "Yalın bir tanımla dilde halkçılık, halkın yarattığı ekinsel değerlerden yararlanma, çağdaş ekinsel değerleri halka indirmedir. Daha doğrusu düşünce dolaşımını, bilgi alış-verişini toplumun her kesiminde gerçekleştirmektir. Bu da büyük ölçüde halk diliyle bütünleşmeyi gerektirir."[5] Tanımınız sizin olsun. Şunu öğrenmek isterim: Halk dilinin özümsediği sözcüklere yabancı gözüyle bakarak bu bütünleşmeyi nasıl başaracaksınız? Okurlarınızı içtenliğinize nasıl inandıracaksınız?
Diyorsunuz ki: "Avurdu yelliliğin geçerli olmadığı alanlar yok mudur? Vardır elbette. Özellikle gözleme, deneye ve uygulamaya dayanan dallar, konu alanları [?] gibi.[iv] Çünkü söylenenleri dilin kendisi, işleyiş düzeni değerlendirir. Neyin geçerli, neyin geçersiz olduğunu dilin özdüzeneği saptar. ... kişisel buyruklar verilemez dile. Çünkü buyruk muyruk tanımaz dil." Söylediklerinizdeki belirsizlikleri bir yana bırakıp hemen şu sözlerinizi okuyalım: "Diyelim ki röntgen sözcüğü William Konrad Röntgen'den gelmektedir. Ne ki fizik ve tıp dilinde değişik terimsel anlamlar kazanmıştır bu sözcük. Kullanım ve işlev ilkesinden kalkarak röntgen sözcüğüne ışın, ışınçekim diyemez miyiz? Dersek kim engelleyebilir bunu?" Bay Özdemir, sizi kimse engelleyemez, nitekim engelleyemiyor. Ama davranışınızı biraz yakından inceleyerek sizi NE'yin engellediğini görelim. Türkçe Sözlük'e (6. baskısı) göre ışın, "bir ışık kaynağından çıkıp giden ışık çizgisi"dir. (Burada ışın'ın ne olduğu üzerinde daha fazla durmayı gereksiz buluyorum.) Şimdi, röntgen'e ışın demekle şu altı çizili (italik) sözleri de söylemiş oluyorsunuz: ışıncı (röntgenci), ışıncılık (röntgencilik), ışın ışınları (röntgen ışınları), ışın filmi (röntgen filmi), ışın aygıtı (röntgen aygıtı), ışınını çekmek (röntgenini çekmek), ışın bulguları (röntgen bulguları vb. Yukardaki sözleri kullanarak bir röntgen filmi alıp beyin röntgeninizi (beyin ışınınızı) çektirebileceğinize gerçekten inanabiliyor musunuz? Şöyle diyeceğinizi umuyorum: "Onlar dilin çevrimine girmemiştir. Yoksa bir ışın filmi alıp beyin ışınımı çektirebilirdim." Sizin yaptığınız kısaca şudur: Işın kavramının maddesel varlık biçimini (sözcüğünü) röntgen kavramınınkinin yerine koymak veya onunla özdeş tutmak. Dilin diyalektiği bunu engeller Bay Özdemir. Kavram-kavram — kavram-sözcük — sözcük-kavram ilişkilerine aykırıdır bu yaptığınız. Bir kavramın maddesel varlık biçimini (sözcüğünü) kullanarak o kavramla ilgisiz veya ona çok uzak bir kavrama maddesel varlık biçimi (sözcük) bulamazsınız; daha doğrusu siz bulursunuz; ama dilin diyalektiği Ragıp Gelencik'in vb. kişiliğinde buna başkaldırır. Dilinizden ve kaleminizden düşmeyen bir şey var: Sözcük, düşünsel içeriğinden (kavramından) farklıdır, diyorsunuz. Çok doğru! Bu pek açıktır. Bunun tartışılmaz kanıtı, bir ve aynı kavramın ayrı dillerde ayrı maddesel varlık biçimleri (sözcükleri) olmasıdır. Ve buna dayanarak herhangi bir kavrama dilediğiniz maddesel varlık biçimini (sözcüğü) önerebileceğinizi ileri sürüp duruyorsunuz. Oysa bir kavram varsa, kendi maddesel varlık biçimi (sözcüğü) ile birlikte vardır; bir sözcük varsa, kendi düşünsel içeriği (kavramı) ile birlikte vardır. Bu diyalektik ilişkiye aldırmazlık etmek, keyfilikten başka birşey değildir. Türkçe maddesel varlık biçimi (sözcüğü) olmayan bir kavrama Türkçe maddesel varlık biçimi (sözcük) bulmanın bir tek yolu vardır: O kavramla ilgili kavramların Türkçe maddesel varlık biçimlerinden (sözcüklerinden) yararlanmak! Türkçede böyle sözcükler yoksa —ki bu, bizde o kavramlar da yok demektir— o kavramın yabancı dildeki sözcüğünü almak zorunda kalırsınız. Demek ki siz, röntgen'e "ışın" diyerek, dilin özdüzeneğine, işleyişine aykırı davranıyorsunuz, dile buyruk vermeye kalkıyorsunuz, keyfiliğe kapılıyorsunuz. Yukardaki gerekçelerden ötürü, röntgen'e "ışın" karşılığını önermenizle gulugulu karşılığını önermeniz arasında sağduyu için fark yoktur. Küçük-burjuva tutum ve uygulama, yabancı kökenli her sözcüğe ille de karşılık önermeye kalkarak kavramları işte öyle çarpıtır, karıştırır, belirsizleştirir. Bourg kavramının yerine kent kavramını koyar ve ardından bourgeois kavramının yerine kentli kavramını koyamadığı için —çünkü o köylü'nün karşıtıdır, oysa bourgeois (burjuva) proleter'in karşıtıdır— kentsoylu diye bir sözcük uydurur ve bourgeoisie (burjuvazi) de kentsoylular veya kentsoyluluk'tur der. Mekanizma budur.[6]
Röntgen'e "ışın" karşılığnı önermenizin şovenlikle ilgisi bu kadar değildir: Bir insan değerli bir buluş yapıyor. Buluşuna her nasılsa onun adı veriliyor. (Bundan sonraki dilsel gelişimi hesaba katmıyorum.) Böylece o insana karşı bir çeşit gönül borcu ödenmiş oluyor. Böyle bir şeye karşı çıkması için insanın en azından şoven olması gerekir. Bu gerekçelerden ötürü röntgen sözcüğüne karşılık önermiyorum ve ayrıca seviyorum o sözcüğü. Bununla birlikte, özel adlardan kaynaklanmış sözcüklere nasıl karşılık önerebileceğinizi göstermek için bir örnek vereyim: Makadam: (John L. Mc Adam'dan) Türkçe Sözlük'e göre "kırılmış taş döşenip silindir geçilerek yapılan yol"dur. Gene aynı sözlüğe göre mucur "yol yapımında kullanılan taş kırıntısı" anlamına da gelmektedir. Öyleyce makadam mucuryol'dur. Artık makadamdan vazgeçilmiştir. Öyle yol yapılmıyor. Bu örneği seçmemin nedeni de budur: Ölü bir sözcük sunuyorum size...
Evet, Bay Özdemir, doğal yasalar bizim dışımızda, bizden bağımsız işler. Ama onları öğrenerek, başka bir söyleyişle zorunlukları anlayarak, doğaya egemen olabiliyoruz ve egemenliğimizin sınırlarını her gün biraz daha genişletiyoruz. Ama bunu yaparken asla keyfî davranmıyoruz; tersine, doğaya doğal yasalara uyarak egemen oluyoruz. Dil geliştirme çalışmaları sırasında da dile dilsel yasalara uygun davranarak (ve elbette bu arada başka yasaları da gözden ırak tutmayarak) egemen olabiliriz. Bilimsel olmanın gereğinden söz ediyorsunuz; ama bilimsel davranmanın gereklerini yerine getiriyor musunuz? Kendi yaşantınızdan bir örnek vermek istiyorum: Alternative sözcüğüne karşılık olarak benim de severek kullandığım seçenek'i siz önermişsiniz. Seçmek eyleminin kökünü ve -enek sonekini alıp birleştirmişsiniz. Siz bu işi yaparken o kök de o ek de bireysel değildi, toplumsaldı. Yeni bir sözcük sunmuşsunuz: Seçenek! Baştan sona dilin diyalektiğine uygun davranmışsınız. (O sözcüğün kullanımı bundan ötürü gittikçe yaygınlaşıyor.) Ama burada da yanıldığınız bir nokta var: "Dil toplumsal bir kurumdur. ... sözcükler bireyseldir." diyerek seçenek sözcüğünün onu önerdiğiniz zaman bireysel olduğunu öne sürmeniz. Unutuyorsunuz ki seçenek sözcüğü siz onu önermeden önce de Türkçe'de, Türkçenin gölge sözlük'ünde vardı. Siz onu oradan alıp Türkçenin işleyen sözlük'üne koymaktan başka bir şey yapmadınız. Dilsel yasalara uygun davranarak dile egemen olmak budur işte. Görüyorsunuz ya, sizin bireysel'i bulduğunuzu sandığınız yerde ben toplumsal'ı buluyorum, sizin yarattığınızı sandığınız yerde ben yaratılmışı günışığına çıkardığınızı saptıyorum.
Siz de iyi bilirsiniz ki bizde dilsel sorunla ilgili olarak çok dalkalemlik edilmiştir ve daha da edilecektir. Ama inanıyorum ki başarı dalkalemlerin değil, soruna bilimsel yaklaşanların olacaktır. Buna siz de inanıyor musunuz Bay Özdemir?


1 Kaynağı bildirilmemiş bütün alıntılar için bkz.: Emin Özdemir, "Avurdu Yellilik", Türk Dili, Sayı 309, Haziran 1977.

2 Ragıp Gelencik, "Dil Sorunu ve Dilsel Sorun", Nesin Vakfı 1977 Edebiyat Yıllığı. [Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.]

3 R. Gelencik, "Neden Yana, Neye Karşı", Türkiye Yazıları, sayı 2, Mayıs 1977. [Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.]

4 E. Özdemir,"Kimden Yana, Kime Karşı", Türk Dili, sayı 306, Mart 1977.

5 E. Özdemir, ay.

6 Kapital'e (sermaye'ye) anamal veya anapara karşılığını önermek de "mal" veya "para" kavramı ile "kapital" kavramını karıştırmaktır. Bu anlayışa göre, örneğin "emekçi", "işçi", "proleter" arasında da fark yoktur. Örnekler çoğaltılabilir.


i Ragıp Gelencik, "Dile Buyruk Vermek ve Ötesi", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 83-92. Bu yazı ilk kez Türkiye Yazıları dergisinde (Ragıp Gelencik, "Dile Buyruk Vermek ve Ötesi", Türkiye Yazıları (dergi), sayı 5, Ağustos 1977, s. 11-14.) yayınlanmıştır.

ii Ataç'ın sözkonusu tutumuyla ilgili olarak bkz.: Öner Ünalan'ın Mart 1992'de yazdığı "Bağnazlık Gerekli Olabilir mi?" adlı yayınlanmamış "değinti"si. (Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.)

iii Öner Ünalan, köken saptama işinin güçlüklerinden birinden, "Özelleştirme Neden Yağma Değildir?" adlı "değinti"sinde sözeder: "[Vecihi] Timuroğlu'nun paylaştığım bir görüşü var. Der ki: Farsça kökenli olduğu bildirilen sözcüklere çok dikkatli yaklaşmalıyız; onlardan kimileri Türkçe olabilir; çünkü Türklerle Farsların ilişkileri çok eskiye dayanır. Farsça eski yazılı kaynaklar çok olduğu için, onlara bakılarak köken saptamak anlanır, ama yanlış da olabilen bir yaklaşımdır." Bkz.: Ragıp Gelencik, "Özelleştirme Neden Yağma Değildir?", Değintiler, Evrensel Kültür (dergi), sayı 81, Eylül 1998, s. 53. (Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.)

iv Köşeli ayraç içindeki soru imi Öner Ünalan'ındır.