|
DİLE BUYRUK VERMEK VE ÖTESİ[i]
Bay
Emin Özdemir,
"Avurdu
Yellilik"[1] adlı yazınızın bana sövgü
olduğunu, tartışmamızı çığırından çıkardığınızı söyleyenler
var. Sözde bu koşullarda tartışılmazmış. Paylaşmıyorum bu kanıyı.
En iyi savunu saldırıdır, ilkesine uyuyor ve bu arada sövgü silahına
da başvuruyorsunuz diye tartışmayı bırakacak değilim ya. Her yiğidin
bir yoğurt yiyişi vardır!
Size
iyi niyetle şöyle demiştim: "Bence, Türk Dili'nin
en güvenilir köşesi olmak gereken 'Değiniler-Düzeltiler' köşesindeki
yazar, kim olursa olsun, serinkanlı kalmalıdır." Oysa siz,
belki de serinkanlı kalmakta kendi adınıza yarar görmediğiniz için
olacak, öfkenizi daha da körüklemişsiniz. Öfkenize yenilmenizi
istemiyorum. Onun için sizi bir daha uyarıyorum. "Öfke"
ile yaptığınız işlerden biri şu: Kendinize öyle bir dilsel özgürlük
tanıyorsunuz ki, söylediklerimi dilediğiniz gibi anlamakta sakınca
görmüyorsunuz. Örneğin ben şöyle diyorum: "Bazı
kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini almak
bir zorunluk olabilir."[2] Siz şöyle anlıyorsunuz:
"kimi kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini
almayı önerdiğine göre". Bu zorunluğun anlaşılabilmesi için
araştırma yapmak gerektiğini özellikle belirttikten sonra şöyle
diyorum: "Kişisel gözlemlerime göre,
"1.
Çok eski olup da tarihsel gelişim sürecinde ilk anlamlarından
çok daha zengin anlamlar edinmiş, ilk anlamlarını çok aşmış sözcüklere;
"2.
Kökleri özel ad olan sözcüklere;
"3.
Daha erişemediğimiz bir bilim, yapınbilim (technology)
vb. düzeyinde varılan kavramların ve türetilen ve üretilen
nesnelerin adlarına; ya hiç karşılık öneremiyoruz, ya karşılık
önerirken büyük güçlüklerle karşılaşıyoruz, ya da her nasılsa
önerebildiğimiz karşılıklar genellikle tutunamıyor. ... zorunluk
yoksa başka dillerden sözcük almak gereksiz ve yanlış olur."[3]
Siz şöyle anlıyorsunuz: "Ragıp Gelencik kişisel gözlemlerine
dayanarak böyle bir saptayımı yapıyor, 'çok eski olup da tarihsel
gelişim sürecinde ilk anlamlarından çok daha zengin anlamlar
edinmiş, ilk anlamlarını çok
aşmış sözcüklere' Türkçe karşılıklar aranmamalıdır. ... Kökleri
özel ad olan sözcüklere Türkçe karşılıklar aranamayacağını
söylüyor Ragıp Gelencik. ... Uygulayımbilim (teknoloji) alanına
giren kimi nesne adlarına da Türkçe karşılık yaratamayacağımızı
buyuruyor Ragıp Gelencik." Şu öfkenin size ettiğine bakın ki
bu son sözü, içinde "television" sözcüğüne görüt
karşılığını önerdiğim bir yazımı eleştirirken söylüyorsunuz.
Söylemediğim şeylere dayanarak söyledikleriniz üzerinde yeri
geldikçe veya gerekli gördükçe duracağım. Yazınıza girerken
yaptığınız o uzun ve çalımlı peşrevi ise tartışmamıza katkısı
olmayacağı için bir yana bırakıyorum.
İlk
yazınızda "Kaldı ki sözcükleri seçme ve dilediği gibi
kullanma bireylerin dilsel özgürlüğüdür."[4]
diyordunuz. İkinci yazınızda şöyle diyorsunuz: "Ragıp
Gelencik'in anlayamadığı 'dilsel özgürlük' kavramı, sözcükleri
seçmeyle ilgilidir. Sözgelimi aynı kavram için, aynı tümce düzeni
içinde birimiz mesele, birimiz dert, birimiz de sorun
sözcüğünü kullanırız." Ama mesele, dert, sorun
sözcüklerinden birini seçebildiğimiz durumda çiçek sözcüğünü
seçemeyiz, değil mi Bay Özdemir? İlk sözünüz doğru olsaydı, diş
ve ağrımak sözcüklerini seçmeyip onların yerine seçeceğiniz
sözcükleri gerektiği gibi değil de dilediğiniz gibi kullanarak
"dişiniz ağrıdığını" söyleyebilmeniz gerekirdi. O sözü
de herhalde öfkeyle söylemiş olacaksınız. Görüyorsunuz ya, öfkeniz
yalnız sizin değil, benim de yanılmama yolaçabiliyor. Birey adına
aşırı abartılmış bir dilsel özgürlük anlayışınız olduğunu
sanmıştım. Kazın ayağı öyle değilmiş...
Peki
ama, mesele gibi eski sözcükleri seçenlere karşı yazılarınızda
neden öyle sertsiniz? Burjuvaziye burjuvazi deme özgürlüğümü
düşünerek bana karşı neden hoşgörülü davranmıyorsunuz? Böyle
yapmakla dilsel bir duruma dilseldışı, ideolojik ve politik bir
yaklaşımda bulunmuş olmuyor musunuz? Bence bu sorunun yanıtı
"evet"tir. Ve biz, gerçekte ideolojik ve politik planda
tartışmaktayız. Onun için benim bir dilbilim uzmanı olmama gerek
yoktur. Özellikle vurguladığım bu olguyu görmezlikten gelmeyi yeğleyerek
diyorsunuz ki: "Sözcükleri (yabancı kökenli) Türkçeleştirmeye
yönelme bireylerin düşünme gücüyle,dil duyarlığıyla ilgili
bir olgudur. Bunun 'ırkçılk'la, "küçük-burjuva şovenizmi'yle
ilgisi milgisi yoktur. Bu ilgiyi kurmaya kalkışmak; dile, dildışı
ölçütlerle yaklaşmak olur." Bay Özdemir, ulusal dil geliştirme
sorunuyla tarihin kapitalci aşamasında karşılaştığımıza göre,
bireylerin düşünme gücünün ve dil duyarlığının bu aşamaya
değin neden bu işle uğraşmalarına yolaçacak kadar gelişmediğini
açıklamalısınız; yoksa sözleriniz boşlukta kalır. Ve siz bunu
açıklayamazsınız. Çünkü, başka ülkelerde olduğu gibi, bizde
de, ulusal dili geliştirme çabası tümüyle ideolojik ve politik
nedenlerden ötürüdür; bireysel değil, toplumsal ve sınıfsal
bir olgudur. Bizde, bu çaba sırasında şoven ve ırkçı tutumlar
da zaman zaman etkili olmuştur. Bunu görmeyen kimse, dil geliştirmede,
her zaman yanlış bir yola sapabilir. Ulusal dili geliştirmek için
dilbilimsel gerekçe de yoktur. Düşünün ki İngilizce, İngilizlerin
deyimiyle, yabancı dillerden en çok sözcük "ödünç almış"
dildir. Oysa bugün dünyanın en yaygın ve belki de en kıvrak
dilidir. İngilizcenin bu durumu dilbilimsel gelişim yasalarına da
başka şeylere de uygundur. Ama buna bakarak dilimizi geliştirmekten
vazgeçmeyi önermiyoruz. Neden? Sorun ideolojik ve politiktir de
ondan! Bizde, 1930'larda yalnız dil geliştirme sorununa mı "ırkçı
bir yaklaşım" görüyoruz? Hayır. Tarihe de öyle yaklaşılmıştır,
yerleştirme (iskân) işlerine de öyle yaklaşılmıştır... Dil,
ırkçı bir tarih görüşünü savunmak için bir yöntem gibi
kullanılmış ve dolayısıyla "Güneş-Dil Teorisi"
gereksenmiştir. İşin ideolojik ve politik yanını örtbas etmek çıkarınızadır;
çünkü bu noktanın kurcalanması, söyleyip durduğunuz gibi
"ilerici" değil, bilerek veya bilmeyerek gerici olduğunuzu
ortaya koyar. Bu noktada hâlâ kuşkunuz varsa TDK Tüzüğünün 6.
ve 45. maddelerini okumanızı salık veririm.
TDK'nin
amacı şöyledir: "Dilimizin özleşmesini ve bütün
bilim, teknik ve sanat kavramlarını karşılayacak yolda gelişmesini
devrimci bir anlayışla ve bilim metodlarına uygun olarak sağlamağa
çalışmak." Tüzükte dilin özleşmesinden ne anlaşıldığı
ayrıca bildirilmiş değildir. "Şoven küçük-burjuva tutum ve
uygulama" dediğim şeyden dilimizin özleşmesine karşı olduğum
anlamını çıkarsanız bile, bunu TDK üyelerinin "tüzük gereğince
veya uyarınca" kabul etmek durumunda olmadıklarını
bilmelisiniz. Ayrıca, "şoven küçük-burjuva tutum ve
uygulama"dan "özleştirmecilik"i anlıyorsanız, bu
yalnız sizi ve sizin gibi düşünenleri bağlar. Bana karşı "özleştirmecilik"
adına konuşur göründüğünüz için söylüyorum bunları. Sözün
kısası, sizi TDK'nin temsilcisi olarak görmeme Kurumun tüzüğü
engeldir. Dolayısyla sizi "şoven küçük-burjuva tutum ve
uygulamanın temsilcisi" olarak görüyorum. Ve şu sözlerinize
geçiyorum: "Dilimizin özümsediği yabancı sözcüklerin sınırı
nerede başlar, nerede biter? Özümsenmiş olmanın ölçüsü nedir?
Kime göre özümsenmiş ya da özümsenmemiştir bir yabancı sözcük?
Başta da değindiğimiz gibi bunun ölçüleri konamaz." Doğrusu
sizin gibi bir uzmana yakışmıyor bu sözler. Bir uzman gibi değil,
belirsizlikler içinde bir şeyler yapmaya çabalayan veya yaptığı
işlerin hoş görülmesini sağlama bağlamaya çalışan bir kimse
gibi konuşuyorsunuz. Oysa soruna bencileyin ideolojik ve politik açıdan
bakan bir kimse için durum sandığınız gibi çapraşık değildir.
Ataç çok iyi biliyordu "özümsenmiş sözcük"ün ne olduğunu.
"Adımı deliye çıkarttım." derken "baltayı taşa
vurduğunu" ve bunu davası uğruna bile bile yaptığını söylüyordu.[ii]
Özümsenmiş, yani, adı üzerinde, dilimizin öz malı olmuş
sözcüklere de şey, kadar, nasıl gibi sözcükleri
örnek göstermiştir. Bunlara pek çok sözcük eklenebilir: Çerçeve,
din, duvar, dünya, düşman, haber,
hayvan, hafta, hafif, halk, hamur, harf,
hemen, her, herkes, hesap, hiç, kenar,
domates, patates, şeker, kahve...
"Hayvan" sözcüğüne bile karşılık önermiştir Ataç.
Dilimizin kökenbilimi (etymology) çok gelişmiş olsaydı
bile, bu sözcüklerin hepsini kesinlikle bildiğimizi söyleyemezdik.[iii]
Kaldı ki her dil gibi Türkçe de yeni yabancı sözcükleri özümseyedurmaktadır.
Ve dilbilime göre bu pek olağandır. Özümsenmiş sözcüklerin de
yerine yeni veya başka sözcüklerin geçebildiğini, sözgelimi kadar'ın
yerine bugün değin, dek, denli sözcüklerinin
de kullanıldığını söyleyeceğiniz için hemen ekleyeyim: Her sözcüğün
başına gelebilecek olanın özümsenmiş sözcüklerin de başına
gelmesinden doğal ne olabilir? Söylemek ve göstermek istediğim, özümsenmiş
sözcüklerle uğraşmanın gereksiz ve yararsız olduğudur, ulusal
dilimizin gelişmesine katkısı olmadığıdır. Yüz yıldır uğraşılıyor
"VE" sözcüğüyle. Ve bugün onu siz bile kullanıyorsunuz.
Boşa harcanmış bunca emek verimli bir yolda kullanılamaz mıydı?
"Şove küçük-burjuva tutum ve uygulama"nın ulusal dilin
gelişimini kösteklemesi böyle oluyor işte. Şöyle sorabilirsiniz
bana: "Özümsenmiş sözcüklerle uğraşan kim?" Yukarda
alıntıladığım sözlerinizden sonra böyle bir şey sormamanız
gerekir; ama siz sorabilirsiniz. Hemen yanıt vereyim: SİZ! Çünkü
bu konuda hiçbir sınır tanımadığınızı kendiniz söylüyorsunuz.
Oysa bu işin bir sınırı olmalıdır Bay Özdemir. Özümsenmiş sözcüklerin
istediğiniz gibi tam ve değişmez bir listesini hiçbir zaman
veremeyecek durumda isek de, onlar değişir ama belirli sınırlar içinde,
Türkçenin en yaygın ve işlek kesiminde, halk dilinde, yaşayadurmaktadır.
Ve onlar size, bana, bir üçüncü kişiye göre değil, halka göre
özümsenmiştir. İlk yazınızda halkçılık gösterisinde de
bulunarak şöyle diyordunuz: "Yalın bir tanımla dilde halkçılık,
halkın yarattığı ekinsel değerlerden yararlanma, çağdaş
ekinsel değerleri halka indirmedir. Daha doğrusu düşünce dolaşımını,
bilgi alış-verişini toplumun her kesiminde gerçekleştirmektir. Bu
da büyük ölçüde halk diliyle bütünleşmeyi gerektirir."[5]
Tanımınız sizin olsun. Şunu öğrenmek isterim: Halk dilinin özümsediği
sözcüklere yabancı gözüyle bakarak bu bütünleşmeyi nasıl başaracaksınız?
Okurlarınızı içtenliğinize nasıl inandıracaksınız?
Diyorsunuz
ki: "Avurdu yelliliğin geçerli olmadığı alanlar
yok mudur? Vardır elbette. Özellikle gözleme, deneye ve uygulamaya
dayanan dallar, konu alanları [?] gibi.[iv] Çünkü söylenenleri
dilin kendisi, işleyiş düzeni değerlendirir. Neyin geçerli, neyin
geçersiz olduğunu dilin özdüzeneği saptar. ... kişisel buyruklar
verilemez dile. Çünkü buyruk muyruk tanımaz dil." Söylediklerinizdeki
belirsizlikleri bir yana bırakıp hemen şu sözlerinizi okuyalım:
"Diyelim ki röntgen sözcüğü William Konrad Röntgen'den
gelmektedir. Ne ki fizik ve tıp dilinde değişik terimsel anlamlar
kazanmıştır bu sözcük. Kullanım ve işlev ilkesinden kalkarak röntgen
sözcüğüne ışın, ışınçekim diyemez miyiz?
Dersek kim engelleyebilir bunu?" Bay Özdemir, sizi kimse
engelleyemez, nitekim engelleyemiyor. Ama davranışınızı biraz yakından
inceleyerek sizi NE'yin engellediğini görelim. Türkçe Sözlük'e
(6. baskısı) göre ışın, "bir ışık kaynağından
çıkıp giden ışık çizgisi"dir. (Burada ışın'ın ne olduğu
üzerinde daha fazla durmayı gereksiz buluyorum.) Şimdi, röntgen'e
ışın demekle şu altı çizili (italik) sözleri de söylemiş
oluyorsunuz: ışıncı (röntgenci), ışıncılık (röntgencilik),
ışın ışınları (röntgen ışınları), ışın filmi
(röntgen filmi), ışın aygıtı (röntgen aygıtı), ışınını
çekmek (röntgenini çekmek), ışın bulguları (röntgen
bulguları vb. Yukardaki sözleri kullanarak bir röntgen filmi alıp
beyin röntgeninizi (beyin ışınınızı) çektirebileceğinize
gerçekten inanabiliyor musunuz? Şöyle diyeceğinizi umuyorum:
"Onlar dilin çevrimine girmemiştir. Yoksa bir ışın filmi
alıp beyin ışınımı çektirebilirdim." Sizin yaptığınız
kısaca şudur: Işın kavramının maddesel varlık biçimini
(sözcüğünü) röntgen kavramınınkinin yerine koymak veya
onunla özdeş tutmak. Dilin diyalektiği bunu engeller Bay Özdemir.
Kavram-kavram — kavram-sözcük — sözcük-kavram ilişkilerine
aykırıdır bu yaptığınız. Bir kavramın maddesel varlık biçimini
(sözcüğünü) kullanarak o kavramla ilgisiz veya ona çok uzak bir
kavrama maddesel varlık biçimi (sözcük) bulamazsınız; daha doğrusu
siz bulursunuz; ama dilin diyalektiği Ragıp Gelencik'in vb. kişiliğinde
buna başkaldırır. Dilinizden ve kaleminizden düşmeyen bir şey
var: Sözcük, düşünsel içeriğinden (kavramından) farklıdır,
diyorsunuz. Çok doğru! Bu pek açıktır. Bunun tartışılmaz kanıtı,
bir ve aynı kavramın ayrı dillerde ayrı maddesel varlık biçimleri
(sözcükleri) olmasıdır. Ve buna dayanarak herhangi bir kavrama
dilediğiniz maddesel varlık biçimini (sözcüğü) önerebileceğinizi
ileri sürüp duruyorsunuz. Oysa bir kavram varsa, kendi maddesel varlık
biçimi (sözcüğü) ile birlikte vardır; bir sözcük varsa, kendi
düşünsel içeriği (kavramı) ile birlikte vardır. Bu diyalektik
ilişkiye aldırmazlık etmek, keyfilikten başka birşey değildir. Türkçe
maddesel varlık biçimi (sözcüğü) olmayan bir kavrama Türkçe
maddesel varlık biçimi (sözcük) bulmanın bir tek yolu vardır: O
kavramla ilgili kavramların Türkçe maddesel varlık biçimlerinden
(sözcüklerinden) yararlanmak! Türkçede böyle sözcükler yoksa —ki
bu, bizde o kavramlar da yok demektir— o kavramın yabancı dildeki
sözcüğünü almak zorunda kalırsınız. Demek ki siz, röntgen'e
"ışın" diyerek, dilin özdüzeneğine, işleyişine
aykırı davranıyorsunuz, dile buyruk vermeye kalkıyorsunuz,
keyfiliğe kapılıyorsunuz. Yukardaki gerekçelerden ötürü, röntgen'e
"ışın" karşılığını önermenizle gulugulu karşılığını
önermeniz arasında sağduyu için fark yoktur. Küçük-burjuva
tutum ve uygulama, yabancı kökenli her sözcüğe ille de karşılık
önermeye kalkarak kavramları işte öyle çarpıtır, karıştırır,
belirsizleştirir. Bourg kavramının yerine kent kavramını
koyar ve ardından bourgeois kavramının yerine kentli
kavramını koyamadığı için —çünkü o köylü'nün karşıtıdır,
oysa bourgeois (burjuva) proleter'in karşıtıdır— kentsoylu
diye bir sözcük uydurur ve bourgeoisie (burjuvazi) de kentsoylular
veya kentsoyluluk'tur der. Mekanizma budur.[6]
Röntgen'e
"ışın" karşılığnı önermenizin şovenlikle
ilgisi bu kadar değildir: Bir insan değerli bir buluş yapıyor.
Buluşuna her nasılsa onun adı veriliyor. (Bundan sonraki dilsel
gelişimi hesaba katmıyorum.) Böylece o insana karşı bir çeşit gönül
borcu ödenmiş oluyor. Böyle bir şeye karşı çıkması için
insanın en azından şoven olması gerekir. Bu gerekçelerden ötürü
röntgen sözcüğüne karşılık önermiyorum ve ayrıca
seviyorum o sözcüğü. Bununla birlikte, özel adlardan kaynaklanmış
sözcüklere nasıl karşılık önerebileceğinizi göstermek için
bir örnek vereyim: Makadam: (John L. Mc Adam'dan) Türkçe
Sözlük'e göre "kırılmış taş döşenip silindir geçilerek
yapılan yol"dur. Gene aynı sözlüğe göre mucur
"yol yapımında kullanılan taş kırıntısı" anlamına
da gelmektedir. Öyleyce makadam mucuryol'dur. Artık
makadamdan vazgeçilmiştir. Öyle yol yapılmıyor. Bu örneği seçmemin
nedeni de budur: Ölü bir sözcük sunuyorum size...
Evet,
Bay Özdemir, doğal yasalar bizim dışımızda, bizden bağımsız
işler. Ama onları öğrenerek, başka bir söyleyişle zorunlukları
anlayarak, doğaya egemen olabiliyoruz ve egemenliğimizin sınırlarını
her gün biraz daha genişletiyoruz. Ama bunu yaparken asla keyfî
davranmıyoruz; tersine, doğaya doğal yasalara uyarak egemen
oluyoruz. Dil geliştirme çalışmaları sırasında da dile dilsel
yasalara uygun davranarak (ve elbette bu arada başka yasaları da gözden
ırak tutmayarak) egemen olabiliriz. Bilimsel olmanın gereğinden söz
ediyorsunuz; ama bilimsel davranmanın gereklerini yerine getiriyor
musunuz? Kendi yaşantınızdan bir örnek vermek istiyorum: Alternative
sözcüğüne karşılık olarak benim de severek kullandığım seçenek'i
siz önermişsiniz. Seçmek eyleminin kökünü ve -enek
sonekini alıp birleştirmişsiniz. Siz bu işi yaparken o kök de o
ek de bireysel değildi, toplumsaldı. Yeni bir sözcük sunmuşsunuz:
Seçenek! Baştan sona dilin diyalektiğine uygun davranmışsınız.
(O sözcüğün kullanımı bundan ötürü gittikçe yaygınlaşıyor.)
Ama burada da yanıldığınız bir nokta var: "Dil toplumsal bir
kurumdur. ... sözcükler bireyseldir." diyerek seçenek sözcüğünün
onu önerdiğiniz zaman bireysel olduğunu öne sürmeniz.
Unutuyorsunuz ki seçenek sözcüğü siz onu önermeden önce
de Türkçe'de, Türkçenin gölge sözlük'ünde vardı. Siz
onu oradan alıp Türkçenin işleyen sözlük'üne koymaktan
başka bir şey yapmadınız. Dilsel yasalara uygun davranarak dile
egemen olmak budur işte. Görüyorsunuz ya, sizin bireysel'i
bulduğunuzu sandığınız yerde ben toplumsal'ı buluyorum,
sizin yarattığınızı sandığınız yerde ben yaratılmışı
günışığına çıkardığınızı saptıyorum.
Siz de
iyi bilirsiniz ki bizde dilsel sorunla ilgili olarak çok
dalkalemlik edilmiştir ve daha da edilecektir. Ama inanıyorum ki başarı
dalkalemlerin değil, soruna bilimsel yaklaşanların olacaktır. Buna
siz de inanıyor musunuz Bay Özdemir?
1 Kaynağı
bildirilmemiş bütün alıntılar için bkz.: Emin Özdemir,
"Avurdu Yellilik", Türk Dili, Sayı 309, Haziran
1977.
2 Ragıp Gelencik, "Dil Sorunu ve Dilsel Sorun",
Nesin Vakfı 1977 Edebiyat Yıllığı. [Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.]
3 R. Gelencik, "Neden Yana, Neye Karşı", Türkiye
Yazıları, sayı 2, Mayıs 1977. [Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.]
4 E. Özdemir,"Kimden Yana, Kime Karşı", Türk
Dili, sayı 306, Mart 1977.
5 E. Özdemir, ay.
6 Kapital'e (sermaye'ye) anamal veya anapara
karşılığını önermek de "mal" veya "para"
kavramı ile "kapital" kavramını karıştırmaktır. Bu
anlayışa göre, örneğin "emekçi", "işçi",
"proleter" arasında da fark yoktur. Örnekler çoğaltılabilir.
i Ragıp Gelencik, "Dile
Buyruk Vermek ve Ötesi", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993),
s. 83-92. Bu yazı ilk kez Türkiye Yazıları dergisinde (Ragıp Gelencik,
"Dile Buyruk Vermek ve Ötesi", Türkiye Yazıları (dergi), sayı
5, Ağustos 1977, s. 11-14.) yayınlanmıştır.
ii Ataç'ın sözkonusu tutumuyla ilgili olarak bkz.: Öner Ünalan'ın Mart 1992'de yazdığı "Bağnazlık Gerekli Olabilir mi?" adlı
yayınlanmamış "değinti"si. (Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.)
iii Öner Ünalan, köken saptama işinin güçlüklerinden
birinden, "Özelleştirme Neden Yağma Değildir?" adlı "değinti"sinde
sözeder: "[Vecihi] Timuroğlu'nun paylaştığım bir görüşü var. Der ki: Farsça kökenli olduğu bildirilen sözcüklere çok dikkatli yaklaşmalıyız; onlardan kimileri Türkçe olabilir; çünkü Türklerle Farsların ilişkileri çok eskiye dayanır. Farsça eski yazılı kaynaklar çok olduğu için, onlara bakılarak köken saptamak anlanır, ama yanlış da olabilen bir yaklaşımdır."
Bkz.: Ragıp Gelencik, "Özelleştirme Neden Yağma Değildir?", Değintiler, Evrensel Kültür (dergi), sayı 81, Eylül 1998, s. 53.
(Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.)
iv Köşeli ayraç içindeki soru imi Öner Ünalan'ındır.
|
|