|
NÂZIM HİKMET'İN 73. MEKTUBU ÜSTÜNE[i]
Kemal Tahir, Nâzım Hikmet'ten aldığı mektupları
yayımlarken
numaralamak gereği duymuştur; çünkü mektupların epeycesi
tarihsizdir. 73. mektup da tarihsiz olup 30.12.42 ve 25.01.43 tarihli
mektuplar arasında yer alan iki mektuptan ikincisidir. Bursa
mahpusanesi yönetiminin denetimi, ardından ulaşım için gerekli süre
göz önünde tutulursa bu uzunca mektubun 1943 Ocağının ilk yarısında
yazıldığı söylenebilir. Yarım yüzyıllık bir mektup...
73. mektubun
bu yazıyı ilgilendiren bölümü şöyle:
"Tolstoy'u
tercümeye başladım. Bir hafta tercüme üslûbu üzerinde
kafa yordum. Bazı neticelere vardım. Fakat bu metinleri tatbike
kalkarsam iki ihtimal var: 1) Eseri vaktinde teslim edemem, çünkü
dehşetli uğraşmak lâzım. Düşün ki vardığım neticelerin yarım
yamalak tatbiki suretiyle bile haftada ancak 7 sayfa çevirebildim. 2)
Böyle bir üslûp tecrübesini Maarif Vekaleti Tercüme Bürosuna
anlatmak müşkül.
"İşte
bu sebeplerden dolayı, Tostoy'u babadan kalma ve bütün sevilen muharrirlerin cümle
kuruşlarını bizim berbat kitabî
cümle kuruşuna uyduran ve bu suretle tercümelerimizde bir Tolstoy
üslûbu (bilhassa cümle kuruş bakımından) ile bir Mopasan üslûbunu
ayırt edilmez hale sokan usûlle çevirmeye karar verdim.
"Şimdi
sana ulaştığım neticeleri kısaca anlatayım:
"1) Bizde
bir kitap Türkçesi var. Bu Türkçe bilhassa kuruluş
(fiil, fail, meful, sıfat, yardımcı cümle) unsurlarının takip
ettiği sıra bakımından öyle sanıyorum ki hassatan Tanzimat'tan
sonra başlamış. Evliya Çelebi'nin, eski tezkerecilerin cümle
kuruşları bambaşka, bu bakımdan hattâ bugünkü nesir cümle kuruşlarımızdan çok ilerde.
"2) Bizde:
'Merhaba dedi Kemal şapkasını çıkarıp' diye cümleyi
düzdün mü (hele serbest 'vezin' şuarasında) 'mısra' oluyor.
Kepazeliğin farkında mısın? 'Mısra' ile 'satır' bir de cümle kuruluşu
bakımından ayrılıyor. Başka bir dilde böyle bir rezalet yoktur.
Bu bakımdan biz ve bilhassa halkımız, boyuna mısra söylüyoruz.
Bu iklik neden? Çünkü konuşurken sözümüz hareketli, renkli ve
canlıdır. Bundan dolayı da 'mısra' ister istemez canlı ve
hareketli olanı örnek alıyor.
"3) Bizim
kitabî cümle kuruluşu ile sözü, psikolojiyi,
hareketi ve izahı, aynı uuzn cümle içinde vermeğe kalkıştığımız
zaman anlaşılması zor bir karışıklık ortaya çıkıyor.
"4) Bundan
bir hayli zaman önce cümle kuruluşundaki fiil ve
fail vesairenin yerlerini değiştirmek denemeleri yapıldı. Fakat bu
selânikli şivesine inkılâp etti ve nihayet Karakurt'un
elinde can verdi.
"Ben
bu ihtiyacı ikinci defa Manzaralar'da duydum. Yahut —
( ) — içindeki yardımcı cümleleri muhtelif imkânları ile
kullanmak zorunda kaldım. Ve onu okuyanların hiçbiri bu tarafa
itiraz etmediğine göre muvaffak olunmuş sayılır. Fakat şiirde
-yukarıda söylediğim sebepten dolayı- kolaylıkla başarılan bu iş
nesirde -yine malûm sebebler dolayısıyla- sırf itiyat dolayısıyla
müthiş bir güvensizlikle karşılaşıyor. Ve bu güvensizliği
yenmek için büyük bir eser vermek lâzım geliyor.
"Sana
Tolstoy'un tercümesinden bir misal vereyim:
"1) (Tolstoy'un
( ) içindeki ve hareketli sözü, psikolojiyi,
izahat diziş hususundaki üslûp hususiyetine riayet edilerek çevrilmiş:)
'— Doğrusu,
hepsi bir benim için, benim için tamamiyle hepsi bir —
dedi prens Andrey, Avusturya payıtahtının işgali gibi
hadiselerin yanında Krems'teki muharebeye dair getirdiği haberin gerçekten
de ehemmiyeti olmadığını anlamaya başlayıp — Peki ama
Viyana nasıl düştü? Ya o meşhur tête de pont?......'
"2) (Benim
daha yumuşatıcı olarak bulduğum oportünist şekil:)
'— Doğrusu,
hepsi bir benim için, benim için tamamiyle hepsi bir —
diyen prens Andrey, Avusturya payitahtının....... anlamaya başlamıştı —
Viyana nasıl düştü?.......'
"3) (Oportünizmden
her sahada nefret ettiğimden, maalesef kitabî
şekle dönerek şöyle yapacağım:)
'Prens
Andrey, Avusturya payitahtının işgali gibi hadiselerin yanında.......
anlamaya başlayarak:
'— Doğrusu,
hepsi bir benim için, benim için tamamiyle hepsi bir,
dedi. — Peki ama Viyana nasıl düştü?......."[1]
* * *
Türkçede
çekim ekleri sözcük sonlarında bulunduğu için eyleyen,
eylenen, eylem üçlüsüyle kurulmuş "Çaylak güvercini
gördü." gibi bir tümce bu öğelerin yerleri değiştirilerek altı
türlü söylenebilir ve anlam (görmek eylemine bağlı çaylak-güvercin
ilişkisi) değişmez. Latince de böyledir. Sözcüklerin tümcedeki konumu
anlamı belirlediği için İngilizce böyle değildir.
Türkçede
öğe sayı ve sıralanışına göre tümce kuruluş sayıları
şöyledir: 1 öğeli 1; 2 öğeli 2; 3 öğeli 6; 4 öğeli 24; 5 öğeli
120; 6 öğeli 720; 7 öğeli 5.040; 8 öğeli 40.320; 9 öğeli
362.880; 10 öğeli tümcelerde toplam sıralanış sayısı
4.037.913'tür. On öğeli bir tümce şöyle bir soru zinciridir veya
bunun yanıtıdır: Kim veya ne, nerde, ne
zaman, kimi veya kime (neyi veya neye),
neden, kim veya ne için, kim veya ne
ile, nasıl, nice, ne yaptı? On öğeli,
eylemi sonda bir tümce "yapar iken" diye bitirilip on öğeli
başka bir tümcede zaman belirteci olarak kullanılırsa, sonra buna
benzer işlemler yinelenirse, vb. işin nice karmaşıklaşacağı
bellidir.
Dahası
var: "Dağlarına bahar gelmiş memleketimin."[2]
diyor Ahmed Arif. Böylece bir tümce öğesini ikiye bölüp baştaki
yarısını sona alıp ikisi arasına iki tümce öğesi yerleştiriyor
(konuşurken yapıldığı gibi). Görülüyor ki olanaklar tümce öğeleri
sıralanışlarıyla da sınırlı değildir.
Kabaca
da olsa bir genellemeye varabilmek için en az üç öğeli bir tümce
kuruluşu üzerinde durmak gerekir. Eyleyen, eylenen, eylem
öğeleri şöyle sıralanabilir:
1.
Çaylak güvercini gördü. (eyleyen, eylenen, eylem)
2.
Çaylak gördü güvercini. (eyleyen, eylem, eylenen)
3.
Güvercini çaylak gördü. (eylenen, eyleyen, eylem)
4.
Güvercini gördü çaylak. (eylenen, eylem, eyleyen)
5.
Gördü çaylak güvercini. (eylem, eyleyen, eylenen)
6.
Gördü güvercini çaylak. (eylem, eylenen, eyleyen)
Öteden
beri başat bir kanıya göre denir ki: Konuşurken (ve Nâzım
Hikmet'in de belirttiği gibi nazımda) bunların altısı da kullanılır;
yazarken (nesirde) neden kullanılmasın? Bu altı sıralanış, konuşma
dilinde nelere bağlı olarak, hangi sıklıklarda kullanılır?
Bunlardan hangi birinin kullanımı salt vurgulama kaygısına bağlı
bir yeğleme sonucu olamaz; çünkü vurgulanacak üç öğeye karşılık
altı sıralanış vardır; üstelik, örneğin yalnız birincisi
kullanılarak, İngilizcede olduğu gibi, üç öğeden her biri
vurgulanabilir.
Konuşma
dili ile yazı dili bir değildir. Eylem sırasında nesnel koşullar,
eylemdeşlerin veya eyleyenlerin bütün algıları ve davranışları
ve eylemin kendisi dili destekler; öyle ki dil onlarla bütünleşip
yaşamın bir parçası olur. Onun içindir ki konuşma dilinin canlı
ve devingen olduğunu söylemek, bir gerçekliği dile getirmektir.
Eylem sırasında bir tek sözcük çok şey anlatabilir. Dahası, dil
tümüyle gereksizleşip anlaşmak için bakışmak yetebilir. Karşılıklı
oturup konuşan, demek ki başlıca eylemleri konuşmak olan iki kişinin
dili, hele masal veya öykü anlatan birinin dili, yazı diline yaklaşır;
çünkü dil anılan desteklerin çoğundan yoksun kalıp işi çoğalır.
Böyle durumlara özgü konuşma dili, yazı diline bir başlangıç
veya giriş sayılabilir.
Yazı
dili dinin yalnız, sesten bile yoksun, önce gözle (körlerde
deriyle) algılanması gereken durumudur; iletişimi bu koşullardaki
olanaklarla yerine getirmek zorundadır. Dolayısıyla, örneğin
sesten yoksunluk, yazı dilinde söz dizimine bağlı bir vurgulama
benimsenmesine yol açar, vb. Konuşma diliyle yazmak, yazı diline
aykırı düşmeyen konuşma dili olanaklarını yazarken de kullanmak
dışında, düştür. Yazı dili ve konuşma dili ayrımı nesnel
zorunlukların sonucudur; ilkel yazgaçlarla uygun nesnelere ilk tümceleri
yazmış ilk yazarların ve ardıllarının istençleriyle yaratılmış
değildir. Yazı dilinin gereklerini unutup kendisini konuşma diline
kaptıran yazar, anlam kaymalarından kurtulamaz.
Orhun
Yazıtları'ndan günümüze, yazı (nesir) dilimizde başat olan, eyleyen,
eylenen, eylem sıralanışıdır: Çaylak güvercini
gördü. Latincede de böyledir. Neden?
Şimdi,
çaylak "güvercini" değil de "güvercin" görsün:
1.
Çaylak güvercin gördü. (eyleyen, eylenen, eylem)
2.
Çaylak gördü güvercin.
3.
Güvercin çaylak gördü.
4.
Güvercin gördü çaylak.
5.
Gördü çaylak güvercin.
6.
Gördü güvercin çaylak.
Burada,
birinci (eyleyen, eylenen, eylem) sıralanış sayılmazsa, bütün
sıralanışlarda anlam kayması yüzünden eyleyen ile eylenen (gören
ile görülen) karıştırılır. Eylenen belirsiz (eksiz) ise ve
eyleyen gibi eyleyebilen bir nesne ise, Türkçede anlamı öğelerin
tümcedeki konumu belirler (İngilizcede olduğu gibi). Bu kurala konuşma
dilinde de uyulur. Gören çaylak, görülen güvercin ise, konuşurken
kimse bunun tersi anlama yol açan sıralanışı kullanmaz. Konuşurken
anlam kaymasının "vurgu" ile önlenebileceği de boş bir
sanıdır. Eyleyen, eylenen, eylem sıralanışı
"sıradan" değildir. Böylece nesnel gerçeklikle ilgili
bir görüngü (eylenenin eyleyen gibi eyleyebilir olması) ile
belirli bir tümce kuruluşu arasında ilişki kurulmuş oluyor.
Çaylak
kendisi gibi eyleyemeyen bir nesne görsün:
1.
Çaylak su gördü. (eyleyen, eylenen, eylem)
2.
Çaylak gördü su.
3.
Su çaylak gördü.
4.
Su gördü çaylak.
5.
Gördü çaylak su.
6.
Gördü su çaylak.
Son
beş sıralanışta anlam kaymaları gene vardır. Yalnız, su göremediği
için, bu kaymalar doğru anlama doğru düzeltilebilir. Böyle
durumlarda kurala uymaya koşullanmışlıktan ötürü, eyleyen,
eylenen, eylem sıralanışı konuşma dilinde de yeğlenir.
Nesnelerin kişileştirildiği masallar anlatılırken bu sıralamay
ister istemez uyulur. Ayrıca bilim, felsefe, edebiyat, vb. alanlarda
"Su çaylak gördü." benzeri tümcelerden kaçınılmak
gerektiğini söylemek gerekmez.
Belirli
öğe sıralanışları veya tümce kuruluşları ile nesnel gerçeklik
arasında başka ilişkiler kurulabilir mi?
Salt
kolaylık olsun diye, bir eyleyenin birbirini izleyen eylemleri toplamına
tek katı olay denebilir. Tek katlı olayda eyleyen birincil öğedir.
Olay eyleyene bağlı geliştiği içindir ki ona göre anlatılır;
dolayısıyla belirtmeler (vurgulamalar) da öne göredir. Eyleyen,
ikinci bir eyleyen bulunmadığı için de vurgulanmak gerekmez. Ayrıca,
tek katlı olayda, başka eyleyenler olmadığı için, onların varlıklarına
bağlı eylem öncelikleri ve seçenekleri yoktur; dolayısıyla
eyleyenin eylemi değil, eylediği (eylenen, eylem konusu) vurgulanır.
Bu demektir ki Türkçede eyleyen, eylenen, eylem
sıralanışı, tek katlı olayın nesnel koşullarına ve akışına
uygundur. Nitekim maslada, öyküde, vb. böyle olaylar anlatılırken
de yazılırken de bu sıralanış kullanılır.
Gene
salt kolaylık olsun diye, birden çok eyleyenin yerdeş ve zamandaş
olup da ortak olmayan eylemleri toplamına da çok katlı olay
denebilir. Çok katlı olayda eyleyenler gene birincil öğedir, ama
birbirlerine göre konumları durmadan değişir; öbürlerine göre
birincil konumdaki eyleyen veya eyleyenler vurgulanmak (belirtilmek)
gerekir. Eylenen, eyleyen, eylem (Güvercini çaylak
gördü.) sıralanışı eyleyenin vurgulandığı bir sıralamadır.
Burada anlam (görmek eylemine bağlı çaylak-güvercin ilişkisi) değişmez.
Ancak, bu sıralama birden çok eyleyebilen arasındaki ilişkiyi de
dile getirir: Başka bir eyleyebilen değil, çaylak eylemiştir.
Bu ilişkiyi de kapsadığı düşünülürse anlam genişleyerek değişmiştir.
Tek
veya çok katlı her olay, ardışan eylemlerle var olup akar. Olay akışına
olumlusu uygunken olumsuzu (veya bunun tersi) gerçekleşen, geç gerçekleşen,
akışa göre seçenek eylemlerden biri olan... kısaca, olay akışını
etkileyen veya değiştiren eylem vurgulanır. Eyleyen, eylem,
eylenen (Çaylak gördü güvercini.), eylemin vurgulandığı
bir sıralanıştır. Şunu eklemek gerekir ki "Çaylak gördü güvercini."
gibi bir tümce, ancak böyle inceleme yazılarında vb. örnek gösterilince
tek başına (bağımsız) bulunur. Çok katlı bir olay bir ilişkiler
örgüsü olduğu için anlatılması da bir ilişkili tümceler örgüsüyle
olur. İlişki örgüsüne uymayan bir tümce yalnız anlatımın
kendi içinde değil, anlatılan (olay) ile anlatım arasında da
tutarsızlığa yol açar.
Çok
katlı olay tek katlı olaylara ayrılıp onlar arasındaki ilişkiler
belirtilerek anlatılır. Tek katlı olaylara ayırma eyleyen, eylenen,
eylem sıralanışını kullanmayı gerektirir. Yalnız, tek
katlı olay anlatılırken başat olan bu sıralanış, çok
katlı olay anlatılırken genellikle başattır; çünkü tek
katlı olaylar arası ilişkileri anlatmaya elvermez.
Altı
sıralanıştan ilk üçü, yazı dilinde (nesirde) üç öğeden her
birini vurgulamaya yeter:
1.
Çaylak güvercini gördü.
2.
Çaylak gördü güvercini.
3.
Güvercini çaylak gördü.
Bu
üç sıralanışın ortak özelliği, eyleyenin eylemden önce
gelmesidir. Son üç sıralanışta eyleyen eylemden sonra gelir:
4.
Güvercini gördü çaylak.
5.
Gördü çaylak güvercini.
6.
Gördü güvercini çaylak.
Yazı
dilinde (nesirde) 4. sıralanışta ya eylenen vurgulanır ya
da eylem. 5. ve 6. sıralanışlarda vurgulanan eylemdir.
Türkçe
soru tümcelerinde soru eki veya ilgeci (mı, mi, mu,
mü) soru konusuna karşılık olan tümce öğesinin sonuna
getirilir ve böylece o öğe vurgulanmış da olur. "Çaylak uçtu."
ve "Uçtu çaylak." tümcelerine göre şöyle:
|
1. |
|
Çaylak uçtu. |
|
|
|
a.
Çaylak mı uçtu?
b.
Çaylak uçtu mu? |
|
|
|
|
|
2. |
|
Uçtu çaylak. |
|
|
|
a. Uçtu mu çaylak?
b. Uçtu çaylak mı? |
Türkçede
2b soru tümcesi kullanılmaz.
Konuşma
dilinde 6 sıralanışı da kullanılan üç öğeye göre soru tümceleri:
|
1. |
|
Çaylak güvercini gördü. |
|
|
|
a. Çaylak mı güvercini gördü?
b. Çaylak güvercini mi gördü?
c. Çaylak güvercini gördü mü? |
|
|
|
|
|
2. |
|
Çaylak gördü güvercini. |
|
|
|
a. Çaylak mı gördü güvercini?
b. Çaylak gördü mü güvercini?
c. Çaylak gördü güvercini mi? |
|
|
|
|
|
3. |
|
Güvercini çaylak gördü. |
|
|
|
a. Güvercini mi çaylak gördü?
b. Güvercini çaylak mı gördü?
c. Güvercini çaylak gördü mü? |
|
|
|
|
|
4. |
|
Güvercini gördü çaylak. |
|
|
|
a. Güvercini mi gördü çaylak?
b. Güvercini gördü mü çaylak?
c. Güvercini gördü çaylak mı? |
|
|
|
|
|
5. |
|
Gördü çaylak güvercini. |
|
|
|
a. Gördü mü çaylak güvercini?
b. Gördü çaylak mı güvercini?
c. Gördü çaylak güvercini mi? |
|
|
|
|
|
6. |
|
Gördü güvercini çaylak. |
|
|
|
a. Gördü mü güvercini çaylak?
b. Gördü güvercini mi çaylak?
c. Gördü güvercini çaylak mı? |
Bu
soru tümceleri incelenerek şu sonuçlara varılır:
1.
18 soru tümcesinden 6'sı ya kullanılmayan ya dil sürçmesiyle
kullanılan ya da pek seyrek kullanıldıkları için pek çok kişinin
hiç işitmediği alışılmamış tümcelerdir (2c, 4c, 5b, 5c, 6b,
6c).
2.
Eyleyeni eylemden önce gelen 9 soru tümcesinden yalnız 1'i (2c) böyledir.
3.
Eyleyeni eylemden sonra gelen 9 soru tümcesinden 5'i (4c, 5b, 5c, 6b,
6c) böyledir.
4.
Eyleyeni eylemden sonra gelen alışılmış 4 soru tümcesinden
1'inde eylenen, 3'ünde eylem sorulur.
5.
Alışılmış 12 soru tümcesinin 3'ünde eyleyen, 3'ünde eylenen,
6'sında (6 sıralanışın her birinde bir kez) eylem sorulur.
Eylemin
"buyruk" biçiminde olması bu sonuçları değiştirmez.
Eylenen
belirsiz ise, anlam kaymaları yüzünden yalnız eyleyen, eylenen,
eylem sıralamasının soruları kullanılır.
Tümce
öğeleri sayısı arttıkça sıralanış sayıları da artar; ama öğe
sayısı kaç olursa olsun, en çok öğeli (on öğeli) tümcelerde
bile, bu üç öğe birbirlerine göre 6 konumda bulunur; dolayısıyla bu üç öğenin birbirlerine göre konumları bakımından
varılan sonuçlar geçerli kalır.
Verilmiş
bütün örneklerdeki tümceler "soru" ve "yanıt"
tümceleri olarak düşünülürse, varılan sonuçlar şöyle bir
TABLO'da toparlanabilir:
|
|
KULLANILMA
SAYILARI |
|
|
|
ÖĞE SIRALANIŞLARI |
|
Eylenen
belirliyken |
|
Eylenen
belirsizken |
|
|
|
|
|
|
|
Soru |
|
Yanıt |
|
Soru |
|
Yanıt |
|
(Eyleyeni önce)
1. Eyleyen-eylenen-eylem
2. Eyleyen-eylem-eylenen
3. Eylenen-eyleyen-eylem |
|
3
2
3 |
|
3
3
3 |
|
3
—
— |
|
3
—
— |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
(Eylemi önce)
4. Eylenen-eylem-eylenen
5. Eylem-eyleyen-eylenen
6. Eylem-eylenen-eyleyen |
|
2
1
1 |
|
3
3
3 |
|
—
—
— |
|
—
—
— |
|
TOPLAM |
|
12 |
|
18 |
|
3 |
|
3 |
|
Tablodaki
verilere dayanan hesaplar şunları gösterir:
1.
Eylenen belirli ise ve konuşurken dilimizin ucuna ilk gelen sıralanışla
sorduğumuz varsayılırsa, sıralanışların kullanılma oranları
şöyledir: Birinci % 20,0; ikinci 16,7; üçüncü % 20,0; dördüncü
% 20,0; beşinci % 8,3; altıncı % 8,3.
Eyleyeni
önce sıralanışlar % 66,7; eylemi önce sıralanışlar % 33,3.
2.
Eylenen belirli ise ve konuşurken dilimizin ucuna ilk gelen sıralanışla
yanıt verdiğimiz varsayılırsa, her sıralanış % 16,7 oranında
kullanılır.
3.
Eylenen belirsiz ise,konuşurken (ve yazarken) yalnız (% 100) 1. sıralanış
kullanılır.
4.
Konuşma dilinde eyleyeni önce sıralanışların ortalama kullanılma
oranı % 72,23; eylemi önce olanlarınki % 27,77'dir.
Bellekte
kolayca kalacak sonuç şudur: Konuşurken kullandığımız her dört
tümceden biri devrik (eylemi eyleyenden önce) olabilir.
Şimdi,
soruna bu incelemedeki gibi bakılınca, yazı dilinde (nesirde) tümce
öğelerinin yerlerini değiştirmeyi denemek söz konusu bile olamaz.
İş, yazı dili koşullarına en uygun öğe sıralanışlarını
kullanmaktır. En uygun sıralanışlar da öncelikle anlatılana ve
anlatılışına bağlı olarak değişir.
Bizde
1911'den sonra başlayan Millî Edebiyat Akımı edebiyat dilinin
"millî" olması gerektiği görüşünü benimseyip
uygular. Bu akımın düşünsel destekçisi Gökalp'a (1876-1924) göre
"millî" dil İstanbul Türkçesidir (İstanbul Ağzı'dır);
çünkü o sırada aydınlar için "ortak" ağız odur. Böylece
aydınlar Türkçenin konuşulan bir ağzı ile yazmaya başlamışlardır.
Nâzım Hikmet'in yazı dilinde (nesirde) tümce öğelerinin
yerlerini değiştirme denemeleri dediği devrik (eylemi önce) tümceler
kullanma eğilimi de Millî Edebiyat Akımının gelişmesiyle başlar.
Aydınlar artık Osmanlıca gibi günlük yaşamda konuşulmamış
(konuşmadıkları) bir dille değil, konuşulan (konuştukları) bir
dille yazmaktadırlar; dolayısıyla konuşurken kullandıkları dil
olanaklarını yazarken de kullanmayı deneyip devrik tümceler üzerinde
de durmaları doğaldır.
Esat
Mahmt Karakurt (1902-1977) bu yolda aşırılığa kapılıp romanlarında
devrik tümceleri çokça kullanır. Eylemin vurgulandığı böyle tümceler
gereksiz yere sık sık kullanılırsa, vurgu düzeni değişik
(tepetaklak) bir ağız ortaya çıkar. Nâzım Hikmet'in "selânikli
şivesi" dediği budur.
Edebiyat
çevresi Karakurt'un romanlarına pek değer vermediği için
yeniyetme yazarlar ondan pek etkilenmemiştir. Gençleri bu bakımdan
etkileyen Nurullah Ataç'tır (1898-1957). Ataç, özellikle 1950'den
sonra, öztürkçeciliğin doruğuna tırmanırken, yazı diline konuşma
dili kıvraklığı kazandırmak için de çabalayıp "söyleşi"
ve "günce" (günlük) yazarken eylemle, daha çok da
olumsuz eylemle başlayan tümceler kullanır. Bunlar söyleşi ve günlük
türlerinde yadırganmayan, çoğu zaman hoşa bile giden, eylemin özellikle
ve yerinde vurgulandığı tümcelerdir. Bu yolda pek aşırılığı
da görülmeyen Ataç belirli bir dil politikasının smzcüsü olup
gençleri de etkilediği için Türkçeyi yozlaştıran bir solcu (komünist)
sayılırken Karakurt Demokrat Parti'den milletvekili seçilir.
1950'lerde,
Ataç'ın etkisiyle, devrik tümceler kullanmak özellikle Atatürkçü
genç yazarlar arasında moda olur.
1960'larda
devrik tümce konusu kapanır. Sorunu gereği gibi koyup çözen çıkmamışsa
da Karakurt'un olumsuz, Ataç'ın olumlu örnekleriyle ve birtakım
yazarların bilerek veya bilmeyerek kullandıkları deneme-yanılma yöntemiyle
pratikte şu sonuca varılır: Devrik tümce kullanılırken
vurgulamada gereklik göz önünde tutulmalıdır!
Bu
sonuç "Yazı dilinde devrik tümceler nasıl kullanılmalıdır?"
sorusunun yanıtıdır. Nâzım Hikmet olumsuz örneklere bakıp
"selânikli şivesi" benzetmesini yaparak bu sonuca 1943'te
varmıştır. Onun sorunu devrik sayılan tümcelerle ilişkiliyse de
bu değildir.
* * *
Yukarıda,
eylemi eyleyenden önce gelen tümceler devrik sayıldığı için
"Çaylak gördü güvercini." tümcesi devrik sayılmamıştır.
(Dolayısıyla, hesaplanan sonuçlar buna göre geçerlidir.)
Dilbilgisi kitapları bu tümceyi devrik sayar. Benimsenmiş "düzgün"
veya "kurallı" tümce tanımına göre eylem tümcede en
sonda bulunur. Dilbilgisi bakımından bu tanımın gerekçesi, yazı
dilinde (nesirde) eylemi en sonda bulunan tümcelerin başat olmasıdır.
Gizli ve gerçek gerekçe ise eylenen belirsizken konuşma dilinde de
ister istemez kullanılan eyleyen, eylenen, eylem
sıralanışıdır. Söz konusu tanım, eylenen belirsizken zorunlu
olan bu sıralanışı eylenen belirliyken de zorunlu sayar. Tanımdaki
(veya kuraldaki) aksaklık veya eksiklik veya yanlışlık bundan doğar.
Türkçede
eylemi en sonda bulunan öğe sıralanışlarının tümce öğeleri
sayılarına göre nicelikleri şöyledir: 1 öğeli 1; 2 öğeli 1; 3
öğeli 2; 4 öğeli 6; 5 öğeli 24; 6 öğeli 120; 7 öğeli 720; 8
öğeli 5.040; 9 öğeli 40.320; 10 öğeli 362.800. 1-10 öğeli ve
eylemi en sonda bulunan sıralanışların toplamı 409.114'tür. 1-10
öğeli bütün sıralanışlar 4.037.913 tane olduğuna göre, bunların
% 10,13'ü düzgün veya kurallı, % 89,87'si devrik veya kuralsız
demektir. Nâzım Hikmet'in canını sıkan kural katılığı, nicel
görünüşüyle böyledir.
Düzgün
ve devrik tümce konusunun üzerinde durulmaya değer bir yanı da şudur:
1.
Çaylak gördü güvercini.
2.
Çaylak gördü, güvercin uçuyordu.
Dilbilgisinde
1. tümce devrik, 2. ise düzgün sayılır. 2. tümceye (ve
benzerlerine) "sıralı tümce" veya "sıra tümcesi"
adı verilir. Bu tümce "Çaylak gördü." + "Güvercin uçuyordu."
gibi görülüp iki tümce toplamı (sıralanması) sayılır.
Eylemleri en sonda bulunan tümceler toplandığına göre, toplam
veya bütün tümce düzgün demektir. Oysa "Çaylak gördü."
bir tümce değildir; tümce olabilmesi için belirli, eksiksiz bir
anlamı olmak, bunun için de görülen (eylenen, eylem konusu, nesne)
bildirilmek gerekir. "Güvercin uçuyordu." tek başına bir
tümce olabilir, ama burada "eylenen" (eylem konusu, nesne)
olduğu bellidir. Birinci tümcede eylenen (görülen) güvercin,
ikincide ise uçmaktaki güvercin'dir. (Nitekim, "Çaylak
havalandı." ve "Güvercin uçuyordu." birer tümce
oldukları için 2. tümcedeki gibi bileştirilemezler.) 2. tümcenin
eylemi (gördü) en sonda değildir; dolayısıyla bu tümce devrik
sayılmak gerekir. Örnek tümcelerde öğe sıralanışı birdir: eyleyen,
eylem, eylenen. Demek ki belirli bir tümce kuruluşu,
dilbilgisi bakımından (nesnenin biçimine göre) düzgün de
olabiliyor devrik de.
Nâzım
Hikmet'in kitabî dediği eylemi sonda bulunan tümce kuruluşu,
tümce öğelerinin yalnız yerleriyle değil, kendileriyle de
ilgilidir:
1. Baktım X
kaçmış, Y kaçıyor, Z kaçtı kaçacak.
2. X'in kaçmış,
Y'nin kaçmakta, Z'nin kaçmak üzere olduğunu gördüm.
(Örnekte "bakmak" eyleminin yerini "görmek"
eylemi almışsa da, böyle bir değişiklik çoğu zaman gerekmez.)
Birinci tümcede eylenenler, ayrı zamanlı eylemleriyle yalın
durumdaki X, Y, Z'dir. İkinci tümcede eylenenler, eylemsi biçimine
sokulmuş eylemleriyle iyelik durumundaki X, Y, Z'dir. Birinci tümceyi
dinleyen veya okuyan şöyle algılar: O görmüş: X kaçmış
(eksiksiz 1. algı) + Y kaçıyormuş (eksiksiz 2. algı) + Z
kaçtı kaçacak imiş (eksiksiz 3. algı) = Toplam algı. Bu,
kolay bir algılayıştır. Onun içindir ki böyle çok uzun tümceler
bile kolay anlanır. İkinci tümce ise şöyle algılanır: O,
X'in kaçmış, Y'nin kaçmakta, Z'nin kaçmak üzere olduğunu görmüş
(eksiksiz, tek ve bileşik algı). 2. tümcede "gördüm"
eylemi işitilmeden veya okunmadan eksiksiz bir algıya varılamaz. Bu
yüzden, uzun "kitabî" tümceleri anlamak, uzun sıralı tümceleri
anlamaya oranla güçtür. Denebilir ki sıralı tümcede bir "akış",
kîtabi tümcede bir "akmış" anlatılıyor. Böylece,
devrik tümce sayılan eyleyen, eylem, eylenen sıralanışının
belirli koşullara en uygun olduğu da ortaya çıkıyor.
İşin çeviriyle
ilgili yanına gelince, "Çaylak gördü, güvercin uçuyordu."
tümcesi İngilizceye (ve belki başka birçok dile) olduğu gibi çevrilebilir.
Çeviri tümce İngilizce sözdizimine uygun da olur. Ama o İngilizce
tümce Türkçeye "Çaylak güvercinin uçmakta olduğunu gördü."
biçiminde çevrilsin istenir; yoksa birtakım uzman burunlar "çeviri
kokusu" alır.
İngilizcede
(ve belki başka birçok dilde) uzun sıralı tümceler çoktur ve
belki de çoğunluktadır. Bunlar Türkçeye kîtabi biçimde
çevrilince, koşullara bağlı olarak, anlam kaymaları ve/veya
eksilmeleri doğar. Bunlara bakıp Türkçenin uzun tümce kurmaya
elverişli olmadığını söyleyenler vardır. Nâzım Hikmet bu yanılgıya
düşmeyip kîtabi tümce kuruluşunun koşullara bağlı
yetersizliğinden sözediyor.
Tolstoy'dan
Savaş ve Barış'ı çevirmeye başlayan Nâzım Hikmet, işini
gereği gibi yapma çabası içinde, düşünüp deneyerek ve günde
ancak bir sayfa çevirebilerek geçirdiği bir yedi günün sonunda
yazıyor mektubunu. Canı sıkkındır; çünkü görüyor ki Türkçe
o büyük yapıtı gereği gibi çevirmeye elveriyor, ama kendisine
verilmiş süre elvermeyecek; zaman sorunu olmasa bile düşündüğü
çeviri denemesini Tercüme Bürosu'na anlatıp benimsetmek güç.
Ancak, sonucun etkili olabilmesi için böyle bir denemeyi çeviride
yapmanın yetmeyeceğini de görüp büyük bir yapıt vermek gerektiğini
yazıyor. Bu türlü denemeleri çeviride yapmaktan kaçınmak işin
en doğrusudur; çünkü sonuç, şöyle veya böyle, yabancı dile
yorulacaktır. Oysa böyle bir deneme büyük bir yapıt verilerek gerçekleştirilince
deneme olmaktan çıkıp o yapıtı büyük kılan öğelerden biri
olur, bir dil ustalığı olur ki buna kimsenin bir diyeceği olamaz.
Nâzım
Hikmet kullanmak zorunda kaldığı "kitabî" tümce kuruluşunun
özellikle Tanzimat'tan sonra başladığını varsyıp Evliya Çelebi'nin
ve eski tezkerecilerin tümce kuruluşlarını buna gerekçe gösteriyor.
Sağlam bir gerekçedir bu.
Kuşkusuz, tümce
kuruluşu tümce öğeleri sıralanışlarından başka ilişkileri de
kapsar. Bu da göz önünde tutularak Evliya Çelebi'den (1611-1682?)
alınacak birkaç örnek, Nâzım Hikmet'in "bambaşka" ve
"çok ilerde" saydığı tümce kuruluşlarının nasıl
olduğunu belki biraz sezdirir:
A.
"Hakir merdivenden uruç edip divanhane-i âlisine çıktım. Gördüm
yetmiş seksen samur kürklü hudaman-i mümtaz civanan miyanbeste
olup dururlar. Hakir gördüm sadr-i âlide bir küçük destar-i
ulema ile ber-karar siyah sakallı bir çelebi kimse oturur."
B. "—
Gel, Evliya'm, senin ağzını öpeyim, sen iyi dersin ama Evliya
efendim ben bana ettim, ben bana, deyip uyluğunda kurşun yarasın açınca
anı gördüm: Parmak kalınlığında kurtlar. Yara çürüyüp uyluğu
pâre pâre olup rahiyasından yanına adam varamaz."
C. "Anda
zahireci Ali ağa kalarak Hakire kura halkından elli atlı refik
verip andan sekiz saatte Mesti Bey karyesine geldik."
D.
"Hikmet-i Huda ol gün cuma idi, cümle guzat cirit oynarlarken
Atlıbeyzadenin küçüğü bey —ki sehil topalca idi— koşarak
gelip at boynuna düşüp: 'Bre sultanım, çeşedi vezir, ötey gün
çete ve petureye giden İsmail, alay beyi ve Colsar oğlu ve Nikekırığı
Nakoğlu ve Arap bölükbaşı ve bu kadar asker-i İslâm
Venediklinin İspilet kalesi altında bu kadar mal-i ganaim alıp
gelirlerken meğer düşman işte bu Porluk dağında ve deresinde
pusu edip katlanır imiş.'"
E.
"Hemen sadrazamın su-i tedbiri ile tahrir olunmuş fermanı yeniçeri
ocağına gelip, 'Metrislerinizden çıkıp eski metrislerinize
giresiniz!" diye ferman gelince hemen yeniçeri bir kere tüfeklerin
ellerine alıp metrislerinden çıkıp gerideki metrislere seğirte seğirte
can atıp gitmede. Çünkü beri tarafta cenge kızışmış ve savaş
uğraşa karışmış asker dönüp arkalarına baktılar, gördüler
kim yeniçeri kaçıyor, haberleri yok kim yeniçeri ferman ile
metristen çıkıp gidiyor."
F.
"Bizim gaziler susuzluktan bîtab ü mecal kalmış idiler. Ama
onlar dahi bizi görünce susuzlukları defolup hayat buldular. Bir
yalçın kayaya arka verip cenk ederlerken hemen bizler dahi beş yüz
asker, suların ve peksimetlerin yanında pusuya kazandibi alıkoyup
bin beş yüz askerle bir uğurdan sada-yı 'Allah, Allah!' ile gülbank-i
Muhammedîler getirip düşmana göz açmaya meydan vermeyip bir yaylım
kurşun vurunca küffar-i düzeh-karar gördü ki imdat geldi, hemen
kudurmuş yılan gibi üzerimize döndüler."[3]
Örnekler şöyle
bir incelenerek görülür ki:
Evliya Çelebi
günümüzde, yazı dilinde pek kullanılmayan sıralı tümceleri tek
başlarına ve bileşik tümcelerde kullanıyor (A, B, E, F).
"Ki"
bağlacını ve -(i)p yapılı ulacı çok kullanıyor. Üstelik, bugün
konuşurken dilimizden düşürmeyip yazarken genellikle unuttuğumuz
-(i)p yapılı ulacı hem çok hem artık konuşurken de kullanmadığımız
bir biçimde kullanarak onunla iki ayrı tümceyi birleştiriyor (C,
F). "Yara çürüyüp uyluğu pâre pâre olup rahiyasından yanına
adam varamaz." tümcesinde üç ayrı tümceyi birleştiriyor
(B). Bu ulacı Naima da çok ve böyle kullanır: "Müftü
geldikte Ağaların bıyığını balta kesmez olup yüreklendiler."[4]
(Bu incelemede de böyle kullanılmıştır: "Dahası, dil tümüyle
gereksizleşip anlaşmak için bakışmak yetebilir.")
Evliya Çelebi'nin
uzun (bileşik) tümceleri olay akışını çok güzel veriyor; öyle
ki kısa tümcelere bölünürlerse olay sanki toplallayarak
ilerliyor.
"Ve"
bağlacını da yer yer çok ve artık pek rastlanmayan bir biçimde
kullanıyor (D). Ama onun daha çok "ve"li tümceleri de
vardır:
"Ve Şeyh
Mustafa Dede sayd ü şikâra mail bir candır. Doğan yerine karakuşlar
besleyip atının sağrısında tekelti üzre karakuşlar oturup şikar
gördükte karakuşları salıp eğerçi kuş ve eğer tilki ve çakal
ve kurt ve sırtlan ve andık ve sığın ve tablalı ve karaca ve yağmurca
ve ayı ve hınzır ve toy ve kaz ve turna ve ördek ve balıkçıl ve
aket ve yeşilbaş ve dölengeç ve hatta kaplumbağayı ve Kızılırmak'tan
sazan balıkların alıp Şeyhin önüne getirir karakuşlar vardır."[5]
Bunca
"ve"ye ne gerek var? Sorunun yanıtı, bu tümce ile
"ve"sizlenmişi arasındaki farktadır. Bu çok
"ve"li söyleyiş Evliya Çelebi'nin buluşu değildir.
XIII. yüzyılda Yahyâ-bn-i Halil-ibn-i Çoban Feta-l-Burgâzi Fütüvvet-Nâme'sinde
şöyle yazar: "Cömerd kişi yakundur Tanğrıya ve yakundur âdemîlere
ve yakundur uçmağa ve ırakdur tasaya ve nakes kişi ırakdur Tanğrıya
ve ırakdur âdemîlere ve ırakdur uçmağa ve yakundur tamuya ve dahı
bir fâsık kim cömerd ola, yiğdür zâhid ola ve nekes ola."[6]
Türkçenin öz "ve"si olan "takı"nın (takı,
dahı, dahi) da böyle kullanıldığını gösterir ipucu vardır:
"irkek böri birle sındu dakı dangud dakı şagam
yınggaklarıga atlap kitdi."[7]
Ve Kuvâyı
Milliye'den dizesizlenerek alınmış bir parça: "Demir, kömür
ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi
okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülen toprağın ve şehirlerin
bahtı bir şafak vakti değişmiş olur."[8][ii]
Nâzım
Hikmet bu söyleyişi ya eski metinlerde görüp kullanmıştır ya da
kendisi yeniden bulmuştur. Birincisi doğruysa bu söyleyişte gizli
olanağı sonuna dek kullanıp onunla şiir kurmuştur. İkincisi doğruysa,
geçmişte kalmış bir söyleyişe yeniden ve daha üst düzeyde ulaşmıştır.
Bunlar ancak Türkçenin olanaklarını sürekli aramanın sonucu
olabilir.
Ebu'l-Hayr-i
Rumî'nin 1473-1480 yıllarında derleyip yazıya geçirdiği menkıbelerden
oluşan Saltukname, Mercimek Ahmet'in Kabusname çevirisi
(XV. yüzyıl), Kâtip Çelebi (1609-1657), Naima (1655-1716) gibi
yazarların yapıtları, kimi menakıpnameler ve gazavatnamelerde Nâzım
Hikmet'in varsayımını doğrulayan kaynaklardır.
* * *
"Kitabî"
tümcenin başlangıcını araştırmak gerekmiyor; çünkü tabanı Türkçede
özel yeri ve yaygınlığı olan eyleyen, eylenen, eylem
sıralanışıdır. Yazı (nesir) dilinde Tanzimat'tan sonra bu tümce
kuruluşu neden pek gelişir de kullanılması zorunlu değilken bile
zorunlu imiş gibi görülmeye başlanır? Nâzım Hikmet'in aşılması
gerekli bir engel saydığı "itiyat" (alışkanlık) neden
doğar? Soru budur.
Nâzım
Hikmet "kitabî" tümcenin iki eksikliği üzerinde durur:
Birincisi, birden çok ve ayrı şeyler aynı uzun tümcede verilince
anlamanın güçleşmesi; ikincisi, çeviride, yazarın tümce kuruluşuna
bağlı "üslup" özelliklerinin yitmesi. Bunları
gidermekle ilgili olarak diyor ki: "Ben bu ihtiyacı ikinci defa Manzaralar'da
duydum." Memleketimden İnsan Manzaraları bu bakımdan
incelenirse onun böyle bir sorunla uğraştığı farkedilmez; yapıttaki
nazım dili örgüsü buna engeldir.
"Kitabî"
tümce sorunu nesirle ilgilidir. Öyle iken Nâzım Hikmet'in Manzaralar'da
bu sorunla uğraşması neden gereksin? Manzaralar alışılmış
türden bir yapıt değildir; şiir, destan, öykü, roman öğeleri
taşır. Ayrıca Nâzım Hikmet "Bizde: 'Merhaba dedi Kemal şapkasını
çıkarıp' diye cümleyi düzdün mü (hele serbest 'vezin' şuarasında)
'mısra' oluyor. Kepazeliğin farkında mısın?" diyen, dize ve
nazım dili anlayışı birçok bakımdan kendine özgü bir şairdir.
Memleketimden
İnsan Manzaraları dizeler göz önünde tutulmadan okunursa
ilginç nesir tümceleriyle karşılaşılır.
Bunlar yukarıdaki
sorunun eksiksiz yanıtı veya yanıtı olmayabilir. Bu pek önemli değildir.
Sorunun kökü ve çözümü bakımından önemli olan, Nâzım
Hikmet'in onu Savaş ve Barış'ı çevirmeye başladığı sırada,
Rusça-Türkçe yazı dili ilişkileri karşısında açıkça ortaya
koyup çözmeye çalışmasıdır. Bu şunu düşündürür:
"Kitabî" tümcenin Tanzimat'tan sonra pek gelişip sorunlaşmasına,
gene Tanzimat'tan sonra hızla ve çok gelişen Fransızca-Türkçe
yazı dili ilişkileri yol açmış olamaz mı?
Tanzimat'tan
önce Fransızca, bilinmesi genellikle gayrı Müslim azınlıkların
tekelinde olup resmî ilişkilerde kullanılmış bir yabancı dildir.
Dolayısıyla Fransızca-Türkçe ilişkileri, anadilleri Türkçe
olmayan kişilerle ve bürokratik bir ortamda başlamıştır.
Tanzimat'tan üç yıl önce (1836) kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de
(Askerî Tıbbiye) öğretim Fransızcadır. Osmanlı İmparatorluğunda,
özellikle Müslimlerin (anadili Türkçe olanların) doğal bilimler
yoluyla da olsa ilerici burjuva ideolojisiyle karşılaşmalarında önemli
yeri olan bu okulun Fransızca-Türkçe ilişkilerinin gelişmesinde
payı vardır. 1868'de kurulan Mekteb-i Sultanî'de (Galatasaray
Lisesi) öğretim dili Fransızca ve Türkçedir. Okulun kurulmasında
ana amaç, Batı ile ilişkilerin gerektirdiği sivil bürokratları
yetiştirmektir. Batı eğitim ve öğretimi örnek alınarak açılmış
idadilerde ve sultanilerde (lise benzeri veya dengi sayılabilecek
okullarda) öğretilen ve Türkiye'de İkinci Dünya Savaşı sonuna
dek gözde yabancı dil Fransızcadır.
XX. yüzyıl
ortalarına dek yabancı dil öğretiminde iki dil karşılıklı, çok
belirgin ve özellikle öğrenilip uygulamada hep göz önünde
tutulması istenen ilişkiler içinde görülüp gösterilir. Buna
uygun olarak Türkçede özel yeri ve yaygınlığı olan eyleyen,
eylenen, eylem sıralanışı, Fransızcada kendisine
denk düşen eyleyen, eylem, eylenen sıralanışı
ile karşı karşıya gelir:
|
Fransızca |
|
: |
|
Eyleyen, eylem, eylenen |
|
Türkçe |
|
: |
|
Eyleyen, eylenen, eylem |
Burada bir
yanılma yoktur. Yalnız, Türkçede çekim eklerinin sözcük sonlarında
bulunmasından doğan olanaklar ve Türkçe eyleyen, eylem,
eylenen sıralanışına uygun sıralı tümce, böylelikle göz
ardı edilmiş olur. Fransızcada uzayan tümce anlama güçlüğü
yaratmazken, Türkçe çevirisi yaratır.
Böylece iki
dil arasında doğru, ama eksik ve mekanik bir ilişki kurulmuştur.
Bu, örneğin Evliya Çelebi'de görülen "ki" bağlaçlı sıralı
tümcelerin (E, F), dolayısıyla "ki" bağlacının kullanılmasını
engeller. "Ki" bağlaçsız sıralı tümceler (A) kullanılmasını
ise yasaklar.
-(i)p yapılı
ulacın yazı dilimizde gittikçe daha az kullanılır olması da
Fransızca-Türkçe ilişkileriyle açıklanabilir. Fransızcada -(i)p
yapılı ulaca karşılık ayrı bir sözcük yoktur. Et (ve)
ona karşılık olarak da kullanılır. Fransızcadaki her et Türkçeye
"ve" ile çevrilsin istenir ve çevrilirse i(p) yapılı
ulacın yazı dilinde giderek azalacağı bellidir. Ataç bunu görüp
şöyle demiştir: "Başka dillerden bir yazı çevirirken, bakıyorlar
ki bir 'et', 'und', 'and' var, 've'yi koyuveriyorlar. Oysa o
tilciklerin kendi dillerinde birçok anlamları vardır. 'Ve' yetmez
onları göstermemeğe."[9]
Kuşkusuz,
genel eğitim ve öğretim anlayışı, Türkçe öğretiminde tutulan
yol, basılı her türlü yayının çoğalması, vb. de "kitabî"
tümcenin yazı dilimizde başatlaşmasına yardım etmiştir.
*
Nâzım
Hikmet'in her nasılsa unuttuğu bir noktayı burada anmak gerekiyor:
Şiir, daha doğrusu edebiyat, yazıdan çok önce ve sözlü olarak
başlar. Onun içindir ki şiir, yazı diline karşı konuşma dilini
seçmiş değildir, bugün de seçiyor değildir. Şiir konuşma
dilini bırakmıyor veya bırakamıyor. Konuşma dilinde bulunmayan ölçüyü
ve uyağı bıraktı şiir, ama konuşma dilindeki kıvraklığı bırakamadığı
içindir ki "dize"den vazgeçemiyor.[iii]
*
Türkçeyi
gelişmiş çağdaş diller düzeyine çıkarmak için yabancı sözcükler
akınını durdurmak yetmez, yazı dilimiz daha da geliştirilmelidir.
Bu iş özellikle yazarlarımıza ve bağımlılık koşullarında çalışıyor
olsalar da çevirmenlerimize düşüyor.
Ve Nâzım
Hikmet bu yolda bize ışık tutuyor; üstelik yarım yüzyıl öteden
ve mahpusane koşullarından...
1 Nâzım
Hikmet, Kemal Tahir'e Mahpusaneden Mektuplar (Bilgi Yayınevi,
birinci basım, Ağustos 1968), s. 181-182.
2 Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim (Cem
Yayınevi, İstanbul, 1973), s. 28.
3 Evliya Çelebi, Gördüklerim (Seçen ve açıklamalar
yapan Mustafa Nihat Özön, İnkılap ve Aka Kitabevleri, C. I, İstanbul,
1976 ve C. II, İstanbul, 1977), C. I, s. 176-177, 208, 168; C. II, s.
689, 823, 690 [?].
4 Ay., C. I, s. 332. Mustafa Nihat Özön, bu seçmeye
Naima'dan da birkaç parça katmıştır.
5 Ay., C. I, s. 140.
6 Yahyâ-bn-i Halil-ibn-i Çoban Feta-l-Burgâzi, Fütüvvet-Nâme,
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, C. XV, s. 125.
7 W. Bang, G. R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı (İstanbul
Üniversitesi yayımlarından: 18, İstanbul, 1936), s. 26.
8 Nâzım Hikmet, Kuvâyı Milliye, (Bilgi Yayınevi,
Ankara, Temmuz 1968), s. 11-12.
9 Nurullah Ataç, Günce, 1956-1957 (TDK Yayınları,
Ankara Üniversitesi Basımevi, 1972), s. 792.
i Ragıp Gelencik,
"Nâzım Hikmet'in 73. Mektubu Üstüne", Dil ve Politika (Fe
Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 167-188. Bu yazı ilk kez Evrensel
Kültür dergisinde (Ragıp Gelencik, "Nâzım Hikmet'in 73. Mektubu
Üstüne", Evrensel Kültür (dergi), sayı 16, Nisan 1993.) yayınlanmıştır.
ii Öner Ünalan, bu incelemesinin yayınlanmasından 18 yıl
önce, Türkçede "ve" konusunda bir inceleme yazmıştır. Bkz.: Ragıp
Gelencik, "Türkçede 'Ve'", Dil ve Politika, Fe Yayınları, Ankara, 1993,
s. 113-128. Bu yazı ilk kez Soyut dergisinde (Ragıp Gelencik, "Türkçede 'Ve'",
Soyut (dergi), sayı 81, Temmuz 1975.) yayınlanmıştır. (Yazıyı okumak
için buraya
tıklayınız.) Ayrıca, Öner Ünalan, "Türkçede 'Ve'" adlı
incelemesinin özeti sayılabilecek bir "değinti" yazmıştır. Bkz.: Ragıp Gelencik,
"Ve'li Düşünceler", Evrensel Kültür (dergi), sayı 87,
Mart 1999, s. 47. (Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.)
iii Öner Ünalan'ın konuşma ve yazı dilinin koşuklamanın ve şiirin
yapısal özellikleri üzerindeki etkilerini ele aldığı "Dize ve Şiir" adlı
bir yazısı vardır. Bkz.: Ragıp Gelencik, "Dize ve Şiir",
Evrensel Kültür (dergi), sayı 48, Aralık 1995, s. 22-23. (Yazıyı okumak için
buraya
tıklayınız.)
|
|