|
DİZE VE ŞİİR[i]
Hiç koşuksuz (gayri manzum) yazılmış şiiri kavrayabilmek için
bile dizeyi iyi tanımak gerekir mi? Başka bir soruşla, dize, kendi yokluğunda
varolabilen şiirin kavranmasını sağlayabilir mi? Veysel Çolak, Evrensel Kültür'deki
"Dize" başlıklı yazısını şöyle bitiriyor:
"Dizeyi tanımak bu denli önemli mi? Evet. Şiirin ne olduğunu anlayabilmek için
önemli. Şairlerin, yazdıkları şiirle getirdiklerini fark edebilmek için önemli.
Durmadan teğet geçilen düzanlatım şiiri kavrayabilmek; yeni olanaklar oluşturabilmek
için önemli." (Evrensel Kültür, sayı 45, Eylül '95.)
Bu, çelişkili görünse bile, irdelenmeye değer bir yaklaşımdır.
Şiiri biraz olsun doğru kavramış herkes bilir ki her koşuklama (manzume) şiir
değildir. Ama şiir, bugün bile, pek büyük genellikle koşuklamadır; çünkü
ölçüsüz ve uyaksız yazılsa bile, pek büyük genellikle dizeli yazılıyor. Demek ki
şiir koşuktan tümüyle kurtulmuş değil. Onun içindir ki koşuk (nazım)-dize
ilişkisi, şiir-dize ilişkisini bugün de kapsar.
Yazı bulunmadan önce, kuşaktan kuşağa iletilmeye değer ne varsa, hepsi, ortak
topluluk veya toplum belleğiyle iletilir. Koşuk bu işi kolaylaştırmak için
geliştirilir. Şiir, koşuktan sonra doğar. Bunun tersini düşünmek, şiirden önce
kuşaktan kuşağa iletilmesi gerekmiş kültürel birikim olmadığını varsaymaktır.
Koşuğu şiir yaratmaz. Şiir koşuğu yaratılmış bulup kullanır; üstelik
iletilebilmek için ister istemez kullanır. Dolayısıyla dize, doğuşunda koşuk
öğesidir, sonradan şiirle bağlantılı gelişmeler göstermiş olsa bile, bugün de
koşuk öğesidir.
Hangi dilde olursa olsun, koşuk yalnız kulakla algılanabilen dille söylenmişlerin
belleğe kolayca yazılıp anımsanması için geliştirilmiş bir araçtır. Bundan
ötürü koşuk öğeleri işitme duyusuna uygun niteliktedir. Hepsi, şöyle veya böyle,
sesle bağlantılıdır. Ses veya işitsellik öyle önemlidir ki, koşuklama (manzume),
bütün öğelerinin sesle bağlantılı olmasıyla yetinilmeyip, ezgili söylenir,
koşullar uygunsa çalgı da kullanılır.
Kâşgarlı Mahmut'un Divanü Lûgat-it Türk'te kimi parçalarını andığı
(yazıya geçirdiği) koşuklamalar yazılmayıp söylenmiştir. Örneğin:
Alp Er-Tonga öldü mü
ıssız acun kaldı mı
ödlek öcün aldı mı
şimdi yürek yırtılır |
Bu parçanın bir dörtlük olduğu, dört dizeden
oluştuğu söylenir. Parçanın yazılışı da bu anlayışa uygundur. Parça şöyle de
yazılabilir: Alp Er-Tonga öldü mü, ıssız acun kaldı mı, ödlek öcün aldı mı,
şimdi yürek yırtılır. Parça, böylece görsel bakımdan değişik bir biçime
bürünür, ama işitsel bakımdan değişikliğe uğramaz. Denebilir ki ilk yazılış
(dörtlük) işitselliğin bir çeşit görselleştirilmesidir.
Alıntı parçada birbirine bağlı, hece sayıları eşit, özdeş duraklı, uyaklı ve
uyaksız parçacıklar dize sayılıyor. Ve yukarıda görüldüğü gibi, dizeleri alt
alta veya yan yana (düzyazı gibi) yazmak, dizenin bağımsız varlığını etkilemiyor.
Bunda dizenin anlamsal yapısının da payı var. Örnekte her dize bir tümcedir. Ama
böyle olmayabilir:
ateşi köz öldürür
sürmeyi göz öldürür
kılıç kesmez yiğidi
bir kötü söz öldürür |
Bu maninin üçüncü ve dördüncü dizeleri bir tümce
oluşturur. Ama üçüncü dize anlam bakımından gelişigüzel düzenlenmemiştir. O
dizede kılıç kesmez yiğit söz konusudur. (Ne güçlü imge!) Dize ya bir
tümcedir ya da anlam bozulmadan, ANLAMA aksatılmadan bölünmüş bir tümcenin
parçasıdır. Dizenin bu niteliği de sözün belleğe yazılıp anımsanmasını
kolaylaştırır.
Koşuklamalar söylenmeyip yazılmaya başlanınca, dize görsel bir ıra da kazanır.
Dilde en büyük devrim olan yazı, koşuğu da etkiler. Örneğin, divan koşuğunda göz
uyağı var. (Bu uyağın kökeni Arap, belki de İbran koşuğundadır.) Divan
koşuğunda, Arap kökenli eski yazıya göre, uyaklı sözcüklerin son harfi aynı olmak
gerekir. Aynı ses ayrı harflerle yazılınca (yazın tarihimizdeki ünlü
"Abes-Muktebes Tartışması"na yol açan abes ve muktebes
sözcüklerindeki gibi) uyak yok sayılır. Edebiyat-ı Cedideciler, uyağın göz için
değil, kulak için olduğunu söyleyerek geriye (eskiye veya başlangıca)
dönmüşlerdir. Göz uyağı, yazıya bağlı ve uyakla ilgili olarak, koşukta
yapılmış bir değişikliktir; gerçekte ileri bir adımdır, koşuğu yazıya
uyarlamaktır, işitsel olanı görselleştirmektir. Halk koşuğunda göz uyağı hiçbir
zaman olmamıştır; çünkü koşuk kökene (işitsele) bağlı kalmıştır. Ozanlar
yazmayıp söylemişlerdir. Onlar, divan şairleri gibi, işitsel uyaksız ve görsel
uyaklı dizeler kullanamazlardı. Günümüzde, koşuklamalar söylense de yazılsa da
abecemiz phonetic olduğu için, uyak hem işitsel hem görseldir. Ama buna
bakarak "Abes-Muktebes Tartışması"nı abes bulmak yanlış olur. O
tartışmada yeni diye benimsenen gerçekte eski, eski diye vazgeçilen ise yenidir.
Koşuklamaların yazılmaya başlanması, ölçü kalıplarını da etkilemiş, örneğin
daha uzun kalıplar kullanmayı kolaylaştırmış, dolayısıyla kalıplar çeşitlenmiş
ve dizeler daha uzun olmaya başlayabilmiştir. Bellidir ki uzun kalıplarla gerek
koşuklama söylemek, gerek öyle koşuklamaları belleğe yazıp anımsamak daha
güçtür.
1992 Martı'nda şunları yazmışım:
"Şiir yazıdan önce doğmuş da yalnız bellek ile saklanıp aktarılabildiği
için ölçülü ve uyaklı söylenmiş. Yazı da, üretimi ve okuru pek az oldukça kitap
da, şiirin onlardan kurtulmasına yetmemiş. Bellek biricik saklayıp aktarma aracı
olmaktan çıkmışsa da, öyle başlıca araç olarak kalmış. Ayrıca, bellek, şiir
yazmayıp söyleyen şairler için yazıdan daha elverişli bir araçtır. Onun içindir
ki şairler belleği yeğlemişler. Dolayısıyla şiir yazılmamış, söylenip yazıya
geçirilmiş. Okuryazarlığı yaygınlaştırıp kitap üretimine büyük hız veren
burjuva yükseliş bile onlardan kurtulmaya yetivermemiş; çünkü maddesel koşulların
sağladığı olanak doğar doğmaz görülemez. Şu da var: Şiirde ölçü ve uyak öyle
eski ve köklü bir gelenektir ki şiirle ilgilenen herkes onlara koşullanmış, şiir
onlarsız olamaz sanılmış. Bundan kurtulmak da zaman ister. Böylece şiir, doğumundan
kimbilir kaç bin yıl sonra ve bundan belki ancak yüz elli yıl önce ölçüden ve
uyaktan kurtulmaya başlayabilmiş. Masal gibi...
"Ölçüsüz ve uyaksız şiir, şiirin evriminde çok önemli bir aşama; çünkü
onunla birlikte şiir-dil ilişkisi ta başlangıçtan beri taşıdığı iki bukağıdan
kurtuluyor; dolayısıyla şiir daha çok kendisi oluyor. Bukağıların onca yıl
taşınması, şiir-dil ilişkisini dar koşulda serpilmenin belki de doruğuna
vardırıyor. Böylelikle şiir, özgürlüğün sağladığı pek çeşitli olanakları
özellikle ayrı ayrı değerlendirmeye hazırlanmış oluyor."
Demek ki yazı, zamanla, koşuğu ölçüsüz ve uyaksız kılıyor. Yukarıdaki parçada
dizeden hiç söz edilmiyor; çünkü ölçüsüz ve uyaksız olmak, dizesiz olmak demek
değildir. Eskiden serbest nazım denen özgür koşuk, bugün vardığı evrede nedir?
Ölçü ve uyak yok, ama dize var. Bu tümcede özgür koşuğun özgürlüğü de
koşukluğu da belirtiliyor. Koşuktan büsbütün kurtulmak için bütün koşuk
öğelerini bırakmak gerekir. Bugün dize bir tek sözcük, hece, harf olabilir; şairin
çizdiği belirli veya belirsiz bir nesne resmi bile olabilir. Demek ki dize sonuna dek
görselleşip okunmaz ve söylenmez olabilir. (Ama şiir sonuna dek görselleşemez;
görselleşirse resim olur.)
Bugün en özgür koşukla yazılmış şiirlerde dizeler çok çeşitli biçimlerde
düzenlenebiliyor. Ama bu yalnızca görsellikle ilgili değildir. Dizelerin düzenlenişi
şiirin gözle veya sesli okunuşunu ve buna bağlı olarak başka şeyleri etkiler. En
özgür koşukla yazılmış bir şiir, dizeler göz önüne alınmadan okunursa veya düz
yazılırsa, genellikle yitebilir. Demek ki dize, bir koşuk öğesi olarak, dilden
belirli bir biçimde yararlanmayı sürdürmeye yarıyor.
İnsanlar ne yazıdan önce koşuklu (manzum) konuştular ne de yazı bulunduktan sonra.
Koşuk (nazım) dili konuşma dili değildir. Burada konuşma dili yazı dili'nin
karşıtı anlamında kullanılıyor ve şu sonuç kendiliğinden çıkıyor: Koşuk dili,
yazı dili de değildir. Koşuk dili hem konuşma dili öğeleri hem yazı dili öğeleri
taşır, konuşma dili gibi kıvraktır, yazı dili gibi belirtkendir.
Veysel Çolak düzanlatım şiir diyor. Bu bana uygun görünmüyor. Düzyazılı veya
düzyazılmış veya düzyazı şiir demek de bana uygun görünmüyor; çünkü söz
konusu olan, koşuksuz (gayri manzum) şiirdir.
Tümüyle koşuksuz şiir olur mu? Neden olmasın? Bu yolda yapılmış denemelerde
şimdiye dek şiir tadı bulamadım. Belki de tanımadığım, yepyeni bir şiirle
karşılaştığım için böyledir. Belki de o denemelerde gizli de olsa koşuk diliyle
karşılaştığım için böyledir.[ii] Ama biliyorum ki Sait Faik'in son
öykülerinden kimileri şiirdir.
Şiiri koşuksuz kurmak çetin iştir; çünkü belirli bir dil birikiminden (koşuk
dilinden) vazgeçmeyi gerektirir; bununla da kalmaz, yazı dilini başka, şiire uygun
biçimde geliştirmeyi gerektirir; bununla da kalmaz, herşeyden önce, şiiri başka
türlü kavramayı gerektirir.
Dize başlangıçtaki niteliklerini yitiregeliyor ve şiir var oladuruyor. Dize yokken de
şiir var olabiliyor. Öyleyse dize şiiri kavramaya dayanak olamaz. Şiiri kavramak
öncelikle bir dil sorunudur.
i Ragıp Gelencik, "Dize
ve Şiir", Evrensel Kültür (dergi), sayı 48, Aralık 1995, s. 22-23.
ii Öner Ünalan, dergideki "böyledir" sözcüğü yerine,
elyazısıyla, "onları başarısız buluyorumdur" yazmış: "Belki de o
denemelerde gizli de olsa koşuk diliyle karşılaştığım için onları başarısız
buluyorumdur."
|
|