|
DİLSEL TARTIŞMALAR ÜZERİNE NOTLAR[i]
Dilsel tartışmalar veya "lisanî münakaşalar" aylardır
sürüyor. Daha da süreceğe benzeyen bu tartışmaların bilinçli başlatıldığı
söz götürmez. "Dilsel sorun" ile öteden beri ilgilenmişler için pek az
yeni şey var bu tartışmalarda. Tartışan yanlar eski; yalnız bunlardan birine yeni
bir ad daha verildi: SİSAV'cılar. Her iki yanın birbirine yaraşır gördükleri
sıfatları burada sıralamaya gerek yok; ama bu sıfatların ortalığı bulandırdığı
da söylenmeli. Onun için, bir gözlemcinin tutacağı notlar yararlı olabilir...
Tartışan
yanlar, zaman zaman, bazı doğruları dile getiriyorlar, çelişkilere düşüyorlar,
ayrıntılara saplanıyorlar. Bu da kafaları bulandırabilir. Herhangi bir vesileyle
bölük pörçük üç beş doğru söylemek, doğruyu söylemek olamaz. Düşülen
çelişkilerin ve usanç veren ayrıntıların ise bir anlamı olmalı.
Öncelikle
"dil devrimi"nden neler anlaşıldığı üzerinde durmak
yararlı görünüyor. Bir SİSAV'cı diyor ki:
"Burada
karşılaştığımız ikinci büyük ilmî hata dil devrimi diye bir kavramın ortaya
atılmasıdır. Eğer Atatürk Türkçede kökünde yabancılık tesbit edilen bütün
kelimeler dilden atılacak, yerine yenileri uydurulacaktır; deseydi ve bunu bir kanun
maddesi haline getirseydi gerçekten bir dil devrimi söz konusu olurdu. Nelerin Atatürk
devrimi olduğu Anayasada açıkça belirtilmiştir. Bunların arasında dil devrimi
yoktur. Böylece tasfiyecilerin kullandıkları kutsal zırh aslında mevcut
değildir."[1]
Demek ki bu
akademisyene göre devrim, güçlü bir önderin "kanun maddesi" haline gelmiş
veya getirilmiş bir buyruğudur. Dil devrimi ise, böyle bir buyruk uyarınca,
Türkçedeki bütün yabancı kökenli sözcükleri atıp yerlerine yenilerini uydurmak
oluyor.
SİSAV'cıları
"Osmanlı Çağanozu" sayan bir yazıda şöyle deniyor:
"Dil
devrimi Atatürk'ün ürünüdür. Bu tartışılmaz. Hem dil devrimine karşı çıkıp
hem de Atatürkçü olunamaz. Bu da Atatürkçülüğün elifbasıdır.
"Dil
üzerine çeşitli tartışmalar Sovyetler Birliği'nde de yapılmıştır. Stalin, dil
devrimine karşı çıkmıştır. Rusya'da Stalin'in söyledikleriyle Türkiye'de
sağcıların dil konusu üzerine söyledikleri birbirine benzer:
"Stalin
der ki:
"—
... toplum hayatında anarşi yaratmadan, toplumun çözülüşü tehlikesi[ni]
doğurmadan varolan dil nasıl yıkılıp yerine birkaç yıl içinde bir yenisi
kurulabilir? Don Kişot'lardan başka kim böyle bir amaç güdebilir?
"Sovyetlerde
dil devrimi yasaklanırken; Atatürk, Türkiye'de devrimi özümsedi ve benimsetti.
"Şimdi
Osmanlı curnalcılığının kalıntıları dil devriminin savunucularını
yıkıcılıkla suçlamaya çabalarken Stalin'le ağız birliği ettiklerini biliyorlar
mı?"[2] Bu yazıda Stalin anıldığına göre, onun bir
Marksçı-Leninci olarak dilde revolution'dan söz ettiği bilinmek
gerekir. Stalin, "dilde devrim olmaz" derken, belirli bir ulusal dilde kısa
sürede, köklü bir niteliksel değişme olmaz, yapılamaz diyor. Onun "dilde
devrim"den anladığı, SİSAV'cıların anladığı gibi belirli bir ulusal dildeki
yabancı kökenli bütün sözcükleri atıp yerlerine yenilerini uydurmaktan çok ötede,
köklü bir niteliksel değişme veya değiştirmedir; bir dil sistemi yerine yepyeni bir
dil sistemi gelmesi veya getirilmesidir. Stalin, "dilbilimde Marksçılk" konulu
makalesinin altına "20 Haziran 1950" tarihini atmıştır. Dolayısıyla, Kemal
Atatürk'ün dille ilgili çalışmalara başlaması ile Sovyetler Birliği'ndeki
tartışmalar zamandaş da değildir. (Oysa yukardaki alıntının sondan ikinci
paragrafı böyle bir zamandaşlık varmış gibi bir izlenim yarartıyor.) Ayrıntıları
bu notları doğrudan ilgilendirmeyen bu tartışmalar sırasında Stalin özetle
şunları söyler: 1. Bir Marksçı dili bir üstyapı kurumu olarak göremez; 2. Dil
sınıfsal değildir, toplumsal (veya ulusal) dır; dolayısıyla, 3. Dilde devrime gerek
ve zorunluk (Notwendigkeit, necessity) yoktur; bunu
olgular da doğrulamaktadır.
SİSAV'cıları
Stalinci saymanın yanlış olduğunu görmüş, "dil devrimi"nden yana bir
yazar şunları söylüyor:
"Rus
dilbilimcilerden ünlü bilgin Mar'ın öğrencisi olan bir profesör, bir zamanlar,
ortaya bir sav atmış, dilin sınıfsal olduğunu söylemişti. Derken Stalin girdi
araya, bu savın saçmalığını belirterek, Dil'in ulusal niteliğini ansıttı. İşte
o ünlü tartışmanın öyküsü budur. Toplumsal sınıflar arasında ortak bir anlaşma
aracıdır Dil. Bir toplumun çeşitli sınıflarından olan bireyler, bu ortak hazneyi
kullanırlar. İşte Türkçeciler, çok dar bir alanda, ancak yöneticiler katında
geçerli olan Osmanlıcaya karşı ayaklanırken, ulusal dili ortak kılma amacına
yöneliktiler. Kuşaklar arasında bağlantı ancak bu yoldan kurulabilirdi. Yoksa yeni
bir dil uydurulmadı, varolan Türkçe saygınlaştırıldı ve anadilimizin öğretimi
kuruldu. Arapça bilmeden öğrenilemeyen ve öğretilemeyen Osmanlıcayı ulusal
nitelikte saymak olanaksızdır. Evet, bir devrim, ama dilin dizgesinin değiştirilmesi
anlamında değil (çünkü bu olamaz), halkın konuştuğu ve öğretimi olmayan anadil
ile, yöneticilerin ve onlara bağlı aydınların yazı dili arasındaki
bağdaşmazlığı kaldırma anlamında."[3] Bu satırlardaki bazı
yanlışlar ve düşünce sürçmeleri üzerinde durulmadan denebilir ki, yazara göre
"dil devrimi", Osmanlıcayı bırakıp Türkçeyi (ulusal dili) onun yerini de
tutacak yolda geliştirmektir.
"Dil
devrimi" kimilerine göre bir olgudur, kimilerine göre ise başarısız bir deneme:
"Atatürk'e gelince... O iki yıl süren bir deneme devresinden sonra, dilde devrim
yapılamayacağını görmüş, "Güneş Dil Teorisiyle"
Türkçenin istiklâl kazanmaya ihtiyacı olmadığını, zira Arapça sandığımız
birçok kelimenin aslında Türkçeden geldiğini izaha çalışmıştır."[4]
Belli ki,
"dil devrimi" kalıp sözünü kullanan başka yazarların da yayınları
taranırsa, "dil devrimi"nin başka çeşitlemeleri ile
karşılaşılacak. Böyle olması hiç de şaşırtıcı değil; çünkü ulusal
dilimizde gerçekleşmiş bir devrim (revolution) yok; dolayısıyla
"dil devrimi" kalıp sözü, yaşanmış belirli bir olgunun kavranmasını
değil, ideolojik ve politik çeşitli yorumları dile getiriyor.
Bu vargı,
"lisanî münakaşaları" izleyen bir gözlemciye şunları anımsatıyor: Alman
emperyalizmi, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde, kendi saldırgan politikasına uygun bir
ideoloji ve politika hazırlayıp Osmanlı aydınlarına sunar: Pantürkizm. Emperyalizm,
daha sonra, pantürkizmin yurdumuzda ve başka ülkelerde diri kalmasında yarar görür.
Pantürkizme göre ortak bir dili olan ulus, pantürkistçe söylemek gerekirse
"millet", "ezelî"dir; belirli bir ülke veya coğrafya ile sınırlı
değildir. Örneğin Türklük (Türk milleti), Orta Avrupa'dan doğuda Pasifik'e kadar
uzanan geniş bir coğrafyaya dağılmıştır. Bu geniş coğrafyada, ulusal dilimizle
kökendeş olup da zamanla ayrı birer ulusal dil haline gelmiş diller (ve elbette o
dilleri kullanan uluslar) bulunması, pantürkizm için pek can sıkıcı bir gerçeklik:
Bu, dilbirliğinin bozulması (milletin bölünmesi) demektir. Dışarda ve içerde
dilbirliğini bozup milleti bölenler de bellidir. Öyle ya, bir akademisyen şöyle
demiyor mu:
"Uydurmacılık
dilimiz üzerinde büyük yıkımlara sebep olmuştur.
"1)
Uydurmacılık nesiller arasındaki bağı koparmaktadır.
"Bilindiği
gibi dilin anlaşma hususundaki vasıtalığı iki boyutludur: Mekân ve zaman
boyutu. Yani dil, hem aynı zamanda yaşayan insanlar arasında, hem de farklı
zamanlarda yaşayan insanlar -nesiller- arasında anlaşmayı sağlar. İşte bu
ikincisine zaman boyutu diyoruz. Söz konusu anlaşma vasıtası dil
olduğuna göre, dilin aynı olması, ortak olması lâzımdır...
"2)
Uydurmacılığın diğer bir tahribatı, aynı zamanda yaşayan millet fertleri
arasındaki anlaşma bağını koparmasıdır. Bu, dilin mekân boyutu ile ilgilidir. Bunu
iki cepheli olarak ele alacağız:
"a) Türkiye
içinde; b) Türkiye Türkleri ile dış Türkler arasında.
"a)
Türkiye içinde ayrı dilleri konuşan zümreler türemiştir. Bir kısım okumuşlar,
bütün milletin kullandığı ve anladığı dilden ayrı bir dil kullanarak farklı bir
zümre haline gelmiştir...
"b)
Tasfiyecilik, Türkiye Türkleri ile dış Türkler arasındaki bağı
koparmaktadır."[5]
Bu
"boyutlu sözler", pantürkizme ne kadar uygun düşüyor![ii]
Kendisi de
"uydurmacı" ve "tasfiyeci" sayılan Atatürkçü bir emekli
akademisyen, bütün bunlara herşeyden önce Atatürkçü ulusalcılık anlayışı ve
politikası ile karşı çıkmak gerekmez mi? Öyle olmuyor. Sayın emekli akademisyen
önce şu sözleri alıntılıyor:
"Uydurmacılığın
zararlarından biri de Türk dünyasındaki dil birliğini bozmaktır. Yüzlerce yıldan
beri kullandığımız ve dilimize mal ettiğimiz kelimeler yalnız Türkiyedeki Türkler
tarafından değil, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Suriye, Irak, İran, Afganistan,
Çin, Rusya ve Romanya'da yaşayan milyonlarca Türk tarafından da kullanılmakta ve
anlaşılmaktadır. Bunlar Türklüğü bireştiren kelimelerdir. Türkiye'deki
uydurmacıların dilimizden attığı her kelime Türklüğü birleştiren bir bağı
koparmaktadır. Sovyetçi komünistlerin uydurmacılığa taraftar olmalarının aslî
sebebi de budur. Biz de sütunlarda muhtelif Türk ülkelerinde son yıllarda
neşredilmiş eserlerden derlediğimiz kelimeleri verecek, böylece uydurmacılığın
sebep olduğu çok acı neticeyi gözönüne sereceğiz."[6]
Sonra
"neşredilmiş" denen eserleri bildirip diyor ki:
"İnsan
'Türkleri birleştiren kelimeler' başlığına bakınca ve bu kaynakları görünce
sanır ki, bunların ardından atalarımızın kullandıkları öz Türkçe sözcükler
gelecek. Oysa durum bambaşka: Bakın, adları bile Ruslaşmış yazarların
kullandıkları 'Dünya Türklerini birleştiren sözcükler' nelermiş benim gibi
sabırla okuyun:"[7] ve o sözcükleri sıralayıp sözünü şöyle
bağlıyor:
"Demek
yukardaki sözcükleri öz Türkçeleriyle değiştirirsek, örneğin 'âlim' yerine
'bilgin', 'münevver' yerine 'aydın', 'müddet' yerine 'süre', 'şahsiyet' yerine
'kişilik' vb. dersek; dış Türklerle bağlantımız kesilecek!...
"Bizi
bu Arapça sözcükler değil, atalarımızın dilinden gelen veya türetilen öz Türkçe
sözcükler bağlar."[8]
Dili bir
sözcükler yığını sayarak verilmiş olması bir yana, ideolojik ve politik bakımdan
pek yetersiz bir karşılık!
Yurdumuzun
bugünkü koşullarına uygun olarak daha da süreceği belli bu tartışmaların. Bu
tartışmaları izleyen ilerici aydınların hep gözönünde tutmaları gereken en
önemli nokta şu: Dil ulusaldır; ama bir ulusal dilin gelişimine her türlü karışma
ideolojik ve politik, dolayısıyla sınıfsaldır. Dün böyle idi, bugün de böyledir.
Bunu görmeyenler kuyrukçu olmaktan kurtulamazlar.
10 Şubat 1981
1 Prof. Dr. Erol Güngör, Tercüman,
27 Aralık 1980.
2 İlhan Selçuk, "Osmanlı Çağanozları", Cumhuriyet,
26 Aralık 1980.
3 Melih Cevdet Anday, "Nasıl Bir Devrim?", Cumhuriyet,
9 Ocak 1981.
4 Nazlı Ilıcak, "Dil Devrimi, Kültür Devrimi", Tercüman,
26 Aralık 1980.
5 Doç. Dr. Ahmet B. Ercilasun'un SİSAV seminerindeki tebliğinin Nazlı
Ilıcak'ın köşesindeki özetinden. Bkz.: Tercüman, 5 ve 6 Ocak 1981.
6 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu alıntılıyor. Bkz.: Hıfzı Veldet
Velidedeoğlu, "100. Yılında Dilimiz", Cumhuriyet, 4 Ocak
1981. ["100. Yılında Dilimiz" ile, 'Atatürk'ün doğumunun 100. yılında
dilimiz' denmek isteniyor olmalı.]
7 Aynı yazı. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Doç. Dr. Ahmet B. Ercilasun'un Tercüman'da
19, 24, 25 Aralık 1980'de ve "Yaşayan Türkçe" kalıp başlığı altında
"Türklüğü Birleştiren Kelimeler" adıyla yayımladıklarını çok güzel
toparlayıp sunmuştur. Anılan sözcükler için onun yazısına bakmak zaman
kazandırır.
8 Ay.
i Ragıp Gelencik, "Dilsel
Tartışmalar Üzerine Notlar", Yazın Dergisi (dergi), Sayı 1, Mart 1981, s. 3-6.
ii Öner Ünalan, sonraki bir yazısında, Pantürkizmi ve pantürkistlerin
dilsel sorun karşısındaki tutumunu daha ayrıntlı ele alır. Bkz.: Ragıp Gelencik,
"Yasayla Türk Dili Kullandırımı", Evrensel Kültür (dergi), sayı 63, Mart
1997, s. 19-22. (Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.)
|
|