Yazıları

YASAYLA TÜRK DİLİ KULLANDIRIMI[i]

GİRİŞ

Türk Dilinin kullanımını düzenlemek amacıyla hazırlanmış bir yasa önerisine göre işyeri, kurum, kuruluş, vb. adları Türkçe olacakmış. Peki, örneğin 'Dragon' adlı bir Çin lokantası 'ejderha' adını mı alacakmış? Böyle bir ad öyle bir yere yakışır mıymış? Kaldı ki 'ejderha' sözcüğü de Türkçe değilmiş.
Yayını Türkçe, adı İngilizce olan bir özel TV kanalının kalın yapılı, kalın sesli, kalın sözlü yorumcusu işyerlerine vb. verilmiş yabancı adlara böyle bakıyordu. Türkçe 'evren' sözcüğünün dragon anlamına da geldiğini nedense anımsamayan yorumcuya göre bu sözcük (Grekçe drakon, Latince draco, Fransızca ve İngilizce dragon) bir Çin lokantasına yakışır ad olabiliyordu da, dilimize çoktan yerleşmiş Farsça 'ejderha' ve Türkçe 'evren' bu bakımdan yetersiz kalıyordu. Dragon adlı Çin lokantası, yorumcuyu çalıştığı TV kanalının adını örnek göstermekten kurtarıveriyordu. O TV kanalına da İngilizce bir ad yaraşırdı. Yorumcu böyle eccentric bir örnek vereceği yerde düpedüz şöyle diyebilirdi: "Bırakın da herkes şusuna busuna dilediği adı versin!" Böylece, anlanır ve birçok bakımdan tutarlı bir görüş bildirmiş olurdu. Ama belli ki onun tutarlı görüş bildirmek gibi bir kaygısı yoktu; çünkü o, her nasılsa, burjuvazinin görüşünü bildiriyordu. Burjuvazi tutarlı olmak zorunda değildi, çıkarlı olmak zorundaydı; çeşitli amaçlarla kullandığı yabancı adları Türkçeleştirmek istemiyordu. Yorum, "Dil sorunları yasayla masayla çözülemez." anlamına gelen kestirip atar sözlerle bitirildiğine göre, burjuvazi yasa tasarısını yalnız yabancı adlarla ilgili yanıyla değil, tümüyle onaylamıyor olabilirdi.
Resmi TDK'nin bağlı olduğu devlet bakanlığı "Türk Dilinin Kullanılmasına İlişkin Kanun" adlı bir yasa tasarısını Bakanlar Kurulu'na sununca, 1997 Ocak'ında, bu tasarı, dolayısıyla dil ve Türkçe ile ilgili yazılar basında geniş yer aldı. (Görebildiğim "Akşam", "Cumhuriyet", "Hürriyet", "Milliyet", "Sabah", "Son Havadis", "Türkiye", "Yeni Günaydın", "Yeni Yüzyıl", "Zaman" gazetelerinde 47 yazı vardı.) Kimi yazarlar tasarıyı okumadan kaleme sarılmışlardı. Kimileri tasarıyı tümüyle benimsenir, kimileri de tümüyle benimsenmez buluyordu. "Belki işe yarar." diyenler de eksik değildi. Kimileri tasarının belirli bir yanına olumlu veya olumsuz değinmekle yetiniyordu. Kimilerine göre tasarı Osmnalıca'ya dönüş ve sansür amaçlıydı. Kısacası, basının görünüşü Ali Kırca'nın "Siyast Meydanı"ndan farksızdı. Ve nedense, çıkarılması düşünülen yasayla Türkiye'deki bütün yazılı ve sözlü yayın kuruluşlarının brüt reklam gelirlerinin % 3'üne el konmak istendiğinden (madde 15) kimse söz etmiyordu.


RESMİ TDK'YE NASIL GELİNDİ?

I

XIX. yüzyılın ikinci yarısında, belli başlı Osmanlı büyük kentlerinde, Türkçe konuşan okuryazar ve okur kişiler için gazete ve dergi yayımı başlar. Yayımlanan nesneler meta, dolayısıyla kullanım değeri olabilsin diye alıcıların anlayabileceği bir dil kullanılmak gerekir. Dilde sadeleşme denen akım böyle, toplumsal-ekonomik zorunluklarla başlar. Sadeleştirilen dil, Osmanlıca'dır. Halkın kullandığı Türkçe, yazı dili olarak kullanılmadığı gibi, sadeleştirilecek yanı da yoktur. Dilde sadeleşmenin sonucu Osmanlıca'nın Türkçe'ye yaklaşmasıdır.
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde, başka ulusallıklar (nationality) yanında, başlangıçtan beri bir Türk ulusallığı vardır; ancak, toplumsal-ekonomik zorunluklarla ulusalcılık güdecek, sağlam bir ulusal varlık yaratmak için Türkçe'yi ulusal dil olarak benimseyip geliştirecek bir toplumsal sınıf hiçbir zaman olmamıştır. Balkanlı ulusların İmparatorluktan kopmaları üzerine, Batılı yöntemlerle eğitilmiş bir bölük asker-sivil bürokrat ve aydında ulusalcı yönde bir bilinçlenme başlar. Bu, daha sonra, Çarlık Rusyası'ndaki burjuva Türklerin ulusalcılığı ile pekiştirilir. Bu aydınlar ulusalcılığı, emperyalist kışkırtmayla ırkçılığa ve Turancılığa da sapar. Bunun sonucu, dilde (Osmanlıca'da) tasfiyeciliktir (arıtmacılık). Tasifecilik, Osmanlıca'nın yabancı dil öğelerinden iyice arıtılması çabasıdır ve Osmanlıca'yı Türkçeye biraz daha yaklaştırır. Halkın konuştuğu ve yazı dili olarak kullanılmayan Türkçe'nin arıtılacak yanı da yoktur. Ancak, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Mehmet Emin, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Orhan Seyfi, Ziya Gökalp gibi yazarlar ve şairler, halkın kullandığı Türkçe'yle yazmaya başlarlar. Sonuç, Osmanlıca'nın yazın dili olarak ölümüdür. Bu, cumhuriyetten önce olur. Tarihsel gelişimi yazınsal bakımdan yeterli olan Türkçe, yazın alanında Osmanlıca'nın yerini hiçbir resmi çaba ve zorlama olmadan almıştır.
Cumhuriyet kurulup 1930'lara varıldığında, toplumsal-ekonomik zorunluklarla Osmanlıca artık bir dil öreni olmuştur. Daha açık söylemek gerekirse, artık bir dil olarak Osmanlıca yoktur, Türkçe karşılıkları olmayan bir Osmanlıca sözcükler yığını vardır. Demek ki Osmanlıca, resmi hiçbir çaba ve zorlama olmadan; bir kişiliği varmış gibi söylenirse, eceliyle ölmüştür. (Onun içindir ki diriltilemez!)
Osmanlıca örenini ortadan kaldırma işi resmen ele alınır.
1929 dünya ekonomik bunalımının ardından, büyük güçlüklerle karşılaşıp kendi yağıyla kavrulmak zorunda kalan Türkiye'de ekonominin devletçilikle canlandırılıp geliştirilmesine girişilir. Ulusalcılık bu ekonomi politikasına uygun bir ideolojidir, bundan ötürü benimsenir ve ülkede epey sert bir ulusalcılık yeli estirilir. 1932'de Türk Dil Kurumu (ilk adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti) kurulur. Tüzüğüne göre Kurumun başkanı milli eğitim bakanıdır. Ayrıca, Kurum CHP örgütüyle işbirliği yapabilir durumdadır. Demek ki TDK, kimilerinin resmi bile sayabileceği yarı resmi bir dernektir ve bürokratik ıralıdır. Yalnız, Osmanlıca örenini ortadan kaldırma işi tümüyle TDK'ye bırakılmaz; bürokrasiye de görev verilir.
Başlangıçta, Osmanlıca öreninden iz kalmasın, özellikle bütün terimler Türkçe olsun istenir. Bu amaçla başka Türk dillerinden sözcükler alındığı da olur. Türetilen sözcükler basında buyrukla kullandırılır.
Deneme-yanılma yöntemiyle bu yolun çıkmaz olduğu anlanır. Üçüncü Türk Dil Kurultayı'nda (1936) politika değiştirilir. Güneş-Dil Teorisi'yle, o güne dek yabancı sayılmış veya öyle bilinmiş bütün sözcüklerin Türkçe oldukları sözümona kanıtlandıktan sonra, Türkçe'yi resmen geliştirme işi bürokratik sınırlar içine çekilir.
Çok partili döneme geçildiğinde, ezan çoktandır Türkçe okunuyordur. 1924 Anayasası'nın dili, devlet kurumları adları, bürokratik dil, dolayısıyla ilk ve ortaöğretimde kullanılan terimler Türkçeleştirilmiştir. Çok partili dönemle birlikte dil çalışmaları da epey tavsar.
1950'de, Demokrat Parti'nin politik gücü ele geçirmesiyle birlikte, ulusallık politikası bırakılır. ABD'ye ekonomik ve politik uydu olunur. Türkçe'nin geliştirilmesinden resmen vazgeçilir. DP'nin ilk işlerinden biri, ezanı yeniden Arapça okutmak olur. Sonra 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun metni yeniden yürürlüğe konur. Ortaöğretimde Osmanlıca ve Fransızca terimlere dönülür. Devlet kuruluşlarının adları eskileştirilir. TDK'ye devlet bütçesinden yapılan yardım kesilir.
1950'de toplanan Olağanüstü Türk Dil Kurultayı'nda TDK tüzüğü değiştirilip milli eğitim bakanının Kurum başkanlığına son verilir. TDK özerk bir dernek olur. DP'nin tutumuna tepki olarak, baş sözcüsünü Ataç'ta bulan aşırı bir Öztürkçecilik politikası gütmeye başlar.
27 Mayıs'tan sonra bürokrasiye Türkçesi olan yabancı sözcükleri kullanmamak buyurulur. 1961 Anayasası açık, kolay anlanır bir Türkçe'yle yazılır. Devlet bütçesine TDK için yeniden ödenek konur.
TDK'ye üye olmak, Türk Dili Tetkik Cemiyeti Nizamnamesi'ne göre çok kolaydır. "Kendisinde kanuni vasıflar bulunan her Türk, Cemiyete aza olabilir. Bunun için yapılacak müracaat üzerine Umumi Merkez Heyeti karar verir." (madde 9). 1951, 1964, 1973 yıllarında toplanan ve hepsi "olağanüstü" olan kurultaylarda TDK tüzüğü art arda değiştirilip üyelik koşulları gittikçe ağırlaştırılır; öyle ki, 12 Eylül'e gelindiğinde TDK yalnız Atatürkçülerin, üstelik yalnız belirli koşulları yerine getirmiş Atatürkçülerin üye olabilecekleri yarı kapalı bir dernektir. TDK, 12 Eylül'le birlikte yoğun bir ideolojik saldırıyla karşılaşır ve bir bakıma, yarı kapalı olmanın bedelini de az çok öder.


II

Yukarıdaki bölümde konuyla ilgili tarihsel gidiş kabaca ve tek yanlı özetlenmiştir. Bu özet, hiç değilse tek yanlılıktan kurtarılmalıdır.
Turancılık (Türkçülük, Tümtürkçülük, Pan-Turkism) İkinci Meşrutiyet'ten sonra İttihat ve Terakki Fırkası'nın resmi ideolojisi olur; I. Dünya Savaşı yıllarında yandaşları ve etkinliği, Almanların da kışkırtmasıyla, alabildiğine artar;[ii] cumhuriyet kurulduktan sonra resmen bastırılır ve ancak 1930'ların sonunda, Avrupa'da faşist azmayla birlikte yeniden etkinleşir ve II. Dünya Savaşı sırasında faşistlerin geleceği aydınlık göründüğü sürece resmen desteklenir ve faşistlerin kara sonu belli olunca yeniden bastırılır; 1950'den sonra yeniden açığa çıkar ve özellikle 1960'ların sonlarında, sonradan birkaç ad değiştirmek zorunda kalan bir partide ve yan kuruluşunda (Ülkü Ocakları) daha örgütlü ve etkin olur. 12 Eylül döneminde bütün partiler ve örgütler kapatılmışken, Turancılar çok örgütlü davranırlar ve sloganları Türk-İslam Sentezi'dir. 1996 yılı sonlarında, Mercedes marka bir otomobille bir kamyon Susurluk yakınında çarpışınca, ülkücülerin 1960'ların sonlarından beri kimi resmi örgütlerle karanlık ilişkiler içinde oldukları iyice ortaya çıkar. Turancılar, İttihat ve Terakki Fırkası örgütünün mayasında bulunan çeteciliği hiç bırakmamışlardır.
Turancılık ad ve slogan değiştirmiştir, ama ana ilkeleri değişmeden kalmıştır. Turancılığın ereği, yeryüzündeki bütün Türkleri tek ülkede, tek bayrak altında toplamaktır. Turancılar Anadolu Türkçesi'nin bağımsız bir ulusal dil olarak gelişmesine hep karşı çıkmışlardır; çünkü onlar için bir tek Türk dili vardır ve Türk dilleri diye adlandırılan bütün diller, onun lehçeleridir. Bu Türk Dilini bilen kimse, Doğu'da Çin Denizi ve Batı'da Adriyatik ile sınırlanan coğrafyada iletişim sıkıntısı çekmeden dolaşabilir. Anadolu Türkçesi'ni bağımsız bir dil olarak geliştirmek bu "Yaşayan Türkçe"nin bütünlüğünü bozmaktır. Turancı terminolojide "Yaşayan Türkçe" halk dili anlamında da kullanılır ve bu anlamda kullanılarak Öztürkçeciler "Baba ile oğulu anlaşamaz hale getirmek" ile suçlanır. Milliyetçilik, Turancılığın takındığı adlardan biridir ve ulusalcılıkla ilgisi yoktur. Turancıların terminolojisinde Pan-Turkism demektir ve Turancıların halka ulusal gibi görünmelerine de yaramaktadır.
Öztürkçeciliğe ve özerk TDK'ye en düzenli ve sürekli saldırı milliyetçilerden gelir. Özellikle 1950'den sonra, daha çok antikomünist yüzleriyle görünen milliyetçiler, Öztürkçecileri ve TDK'yi komünistlikle suçlamışlardır. "Yaşayan Türkçe" ile birlikte "Lisan tabiî tekâmülüne terk edilmelidir" (Dil doğal evrimine bırakılmalıdır) sözü, dillerden ve kalemlerden düşmemiştir. Öztürkçeciler, ideolojik bakımdan, milliyetçilere karşı düzenli ve sürekli savaşmayı başaramayan, onları kendilerini eleştiren herkesle birlikte Osmanlıcacı saymayı yeğlemişlerdir. Demek ki ya Osmanlıca'nın dirilmemek üzere öldüğünü kavramamışlar, ya da Osmanlıca'yı dirilebilecek bir öcü gibi göstermeyi etkili bir savunma yolu saymışlardır. Nasıl olursa olsun, kendilerinden başka herkesi Osmanlıcacı sayarak yalnız kalıp geniş bir cephede savaşmışlardır.
12 Eylül'le birlikte bütün partiler, sendikalar, dernekler kapatılırken TDK ile TTK (Türk Tarih Kurumu) kapatılmaz. Bu iki kurum yok edilmelerine dek açık bırakılır. Ancak, özellikle TDK çok ağır baskılarla karşılaşır. Kurum, yasal olmayan yollardan, ikide bir sözümona denetlenir. Öte yandan, Kuruma karşı yoğun bir milliyetçi kampanya açılıp sürdürülür. Sonunda TDK "komünist yuvası" ilan edilir. Atatürk'ün kurdurup vasiyetnamesiyle kalıtından pay ayırdığı, dolayısıyla ondan andaç olan TDK (ve TTK) hemen kapatılmaz; çünkü 12 Eylül darbecileri sözde de olsa Atatürkçüdürler ve Atatürk andacı TDK'yi sözde komünistlerin elinden kurtarmak bahanesiyle resmileştirerek yok ederler.
1982 Anayasası'yla, "Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtma ve yaymak ve yayınlar yapmak amacıyla; Atatürk'ün manevi himayelerinde (nasıl oluyorsa -R. G.) ... Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu , Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezi'nden oluşan ... 'Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu' kurulur.
"Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu için Atatürk'ün vasiyetnamesinde belirtilen mali menfaatler saklı olup kendilerine tahsis edilir." (Anayasa, madde 134).
1983'te 2876 sayılı "Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu" çıkarılır. Artık resmi bir TDK vardır. Türk-İslam Sentezcisi milliyetçiler, Atatürk'ün kalıtına da el koyarak bu resmi TDK'ye yerleşirler.


RESMİ TDK KURULDUKTAN SONRA

Yok edilen özerk TDK'nin üyeleri, Atatürkçülük adına yedikleri sillenin etkisinden kurtulduktan sonra örgütlenmeye gerek duyup bugünkü Dil Derneği'ni kurmak isterler ve bu uğurda epey uğraşmaları gerekir.
Resmi TDK'deki milliyetçiler önce kamuda yankı uyandırmayacak işler kotarırlar. Örneğin, yılların deneyimiyle saptanmış, genellikle benimsenmiş yazım kurallarını değiştirip yeni bir İmla Kılavuzu yayımlarlar. 1996 basımında ilkin ve daha sonra hangi tarihlerde basıldığı bile bildirilmeyen, akademik sanlı birçok kişinin nasılsa bir araya gelip yazdıkları İmla Kılavuzu'nda yazım kuralları hem altüst edilir, hem çoğaltılır. Örneğin bileşik adların yazımını düzenleyen ve genellikle bellenmiş beş kuralın yerine elli altı kural koyarlar. Sonuç: Şimdi bileşik adların hangilerini bitişik, hangilerini ayrı yazacaklarını kendileri bile şaşırıyor. Usu başında kişiler, bu kuralları öğrenmiyorlar bile. Olan, öğrenci çocuklarımıza oluyor. 1988'de yayınladıkları "Türkçe Sözlük"te, anısı güzel Ömer Asım Aksoy ve çok yaşayası başka uzmanlar, yüzlerce yanlış bulmuşlardır. (Bu sözlük çok önemlidir!)
Resmi TDK'deki milliyetçiler, yok etmek için ellerinden geleni artlarına koymadıkları TDK'nin yayımladığı birtakım kitapların ("Divanü Lugat-i Türk Tercümesi Eski Türk Yazıtları"...) tıpkılarını basarlar da sonlarına eksikleri gideren, yanlışları düzelten bir bölüm eklemek uslarından bile geçmez.
Sovyetler Birliği'nin çökmesi, okura garip gelebilir ama, resmi TDK'deki milliyetçiler için bir bakıma kutsuzluk olur; çünkü Türki Cumhuriyetlerle kurulup geliştirilen ilişkiler gösterir ki o ülkelerde birbirinden çok farklı diller konuşulmaktadır; öyle ki, Kazak ile Azeri, Özbek ile Türkmen, aralarında Rusça konuşmaktadırlar ve her birinin dilinde sağlam birer bilimsel terminoloji vardır. (Türkiye'deki bilimcilerin ortak bir bilimsel terminolojileri yoktur.)
Basında şöyle haberler yer alır: "Türk işadamları 'Türkçe' öğreniyor. Türk Cumhuriyetlerle gelişen ticari ilişkiler, işadamlarını Ortaasya Türkçesi öğrenmeye yöneltti. Ankara Üniversitesi'ne bağlı Türkçe Öğretim Merkezi (TÖMER) Kazakça ve Özbekçe kursları açtı." ("Cumhuriyet", 24 Nisan 1992) Kuşkusuz, Türk işadamalrı Rusça öğrenmeleri gerektiğini anlamakta gecikmemişlerdir. 1990'lı ilk yıllarda, Türki Cumhuriyetlerle ortak bir abece ve ortak dil geliştirmek gibi boş çabalar da gösterilir. Oysa, amaç iletişim kurmaksa, en pratik ve geçerli çözüm, bizim Rusça öğrenmemizdir. Çin Denizi'nden Adriyatik'e bir sağır-dilsiz de gidebilir. Türkçe bilen kişinin durumu onunkinden hallicedir.
Türkiye ve Türkçe, küresel gidişin dışında kalamaz, ama küresel gidiş Türkiye'nin ve Türkçe'nin bugünkü denli kirlenip yozlaşmasını da gerektirmiyor. Korsanca kurulup çoğalan özel TV kanalları Türkçe'nin içine düştüğü acıklı durumu gözler önüne serdi. Büyük kentlerdeki kimi caddeler yabancı dillerle ve kimileri yabancı dillere de kıyan uyduruk bir dille yazılmış tabelalarla donandı. Böyle caddeler belirli bir ülkedeki caddeleri de anımsatmıyor; çünkü o denli kozmopolit.
Bunlara "Lisan tabiî tekâmülüne terk edilmelidir." diyen resmi TDK millicileri bile dayanamadılar. Önce Ankara'da, Tunal Hilmi Caddesi'ne gidip tabelası Türkçe olan birkaç baklavacı ve kebapçı dükkanına girdiler, dükkan sahiplerini kutlayıp kendilerine armağanlar verdiler. Türkçeye artsız arasız, zorunlu zorunsuz giren İngilizce sözcüklere de, son birkaç yıldır, karşılık öneriyorlar.


TASARIDA NELER VAR?

Eğitim ve öğretim dilini de kapsayan resmi veya bürokratik dil olarak Türkçe'ye hep karışılmıştır. Örneğin bugün, bir Türk Dili ve Edebiyatı kitabı yazan kimse teşbih, teşhis ve intak, istiare, tezat, mübalağa gibi terimlerin Türkçelerini (benzetme, kişileştirme ve konuşturma, karşıtlık, abartma) kullanırsa, kitabının, ilgili bakanlıktan döneceğini bilir. Resmi dil olarak Türkçe'ye karışmak için yasaya gerek yoktur. Oysa, tasarıya göre "Bu kanunun amacı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti dahilinde Türk dilinin kullanımını düzenlemektir." (madde 1). Ve "Her türlü yazılı ve sözlü yayında Türk dilini doğru kullanmak esastır." (madde 10) denerek ve birtakım yaptırımlar getirilerek bütün yazılı ve sözlü yayın kuruluşları Devlet'e 'dahil' edilmiştir.
Tasarıda, Türkçe yerine daha çok Türk Dili demeye özen gösterilmiştir ve "Türk dili, Türkiye'de ve Türkiye dışında yaşayan bütün Türkleri birbirine bağlayan kutsal bir bağdır." (madde 1). Yasa uygulanırken, gerektiğinde, önce resmi "Türkçe Sözlük"e, sözlük yetmezse resmi TDK'ye başvurulacaktır. Böylece Türkçe resmi "Türkçe Sözlük"e hapsedilip resmi TDK Türkçesi bütün topluma dayatılmaktadır.
"Ticari unvan ve işyeri adlarının Türkçe olması zorunludur." (madde 3). Mal, ürün, hizmet adları ve markalar Türkçe olacaktır. "Yabancı mal, ürün ve hizmetler için ad ve markada Türkçe zorunluğu aranmaz." (madde 4). "Her türlü ilân, reklâm, tanıtım öncelikle Türk diliyle yapılır." (madde 5). "Kamu kurum ve kuruluşlarına kamu tüzel kişilerince; özel ticarî, kültürel vb. kuruluşlar ile meslek kuruluş ve derneklerince; T. C. vatandaşlarınca düzenlenen her türlü toplantı ve gösteri Türk dili ile yapılır." (madde 8).
"Spikerler ve sunucular, resmi TDK Türkçesi eğitiminden başarıyla geçtiklerini belgelemek zorundadırlar." (madde 22).
"Yazılı ve sözlü yayınlarda Türk dilinin imlâ, telâffuz ve gramer bakımından doğru kullanılıp kullanılmadığını; ilân, reklâm ve tanıtımların, Türkçe olup olmadığını izlemek üzere özerk tarafsız kamu tüzel kişiliği niteliğinde, ülke çapında Dil İzleme Kurulu (DİK); illerde Dil İzleme Alt Kurulları (DİAK) kurulur." (madde 10).
"Dil İzleme Kurulu ile Dil İzleme Alt Kurulları'nın gelirleri; bütün yazılı ve sözlü yayın kuruluşlarınca elde edilen brüt reklâm gelirlerinden kesilecek % 3 pay ile bu kanun gereğince alınan cezalar ve gerektiğinde genel bütçede yer alan ödenekten oluşur." (madde 15).
"Dil İzleme Alt Kurulları "uyarı, para cezası, geçici sürelerle yayın durdurma cezaları uygularlar." (madde 20).
"Bütün yazılı ve sözlü yayın organları ile yayınevleri, Türk dilinin imlâ, telâffuz ve gramer bakımından doğru kullanılmasını sağlamak üzere kendi kuruluşlarında, sayıları 1 ile 10 arasında değişebilecek Türk dili uzmanı istihdam etmek zorundadırlar." (madde 23).


SONUÇ

Görüldüğü gibi tasarı korkunçtur ve ancak faşist kafaların ürünü olabilir. Amaç, düşünceye ve söze yasaktır. Türkiye çapında örgütlenecek bir dil çetesinin böyle bir yasayı başka hangi amaçlarla, nereye dek ve nasıl uygulayacağı da kestirilemez.


i Ragıp Gelencik, "Yasayla Türk Dili Kullandırımı", Evrensel Kültür (dergi), sayı 63, Mart 1997, s. 19-22.

ii Öner Ünalan, önceki bir yazısında, Pantürkizm ile ilgili şöyle söyler: "Alman emperyalizmi, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde, kendi saldırgan politikasına uygun bir ideoloji ve politika hazırlayıp Osmanlı aydınlarına sunar: Pantürkizm. Emperyalizm, daha sonra, pantürkizmin yurdumuzda ve başka ülkelerde diri kalmasında yarar görür. Pantürkizme göre ortak bir dili olan ulus, pantürkistçe söylemek gerekirse 'millet', 'ezelî'dir; belirli bir ülke veya coğrafya ile sınırlı değildir. Örneğin Türklük (Türk milleti), Orta Avrupa'dan doğuda Pasifik'e kadar uzanan geniş bir coğrafyaya dağılmıştır. Bu geniş coğrafyada, ulusal dilimizle kökendeş olup da zamanla ayrı birer ulusal dil haline gelmiş diller (ve elbette o dilleri kullanan uluslar) bulunması, pantürkizm için pek can sıkıcı bir gerçeklik: Bu, dilbirliğinin bozulması (milletin bölünmesi) demektir." (Ragıp Gelencik, "Dilsel Tartışmalar Üzerine Notlar", Yazın Dergisi (dergi), Sayı 1, Mart 1981, s. 3-6. Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.).