|
SIKINTIDAN YARIM BIRAKILMIŞ BİR YAZI[i]
İzlenimlerime göre, bugünlerde, öz Türkçeyi yazılarıyla
savunanların başında Oktay Akbal geliyor. Bu yolda yeni şeyler yazmayan Sayın Akbal,
geçenlerde, Doç. Dr. Sina Akşin'i, Cumhuriyet'te yayımlanmış bir
yazısı yüzünden, Tercüman'da yuvalanmış yazar-düşünür
takımına katıyordu. Sayın Akşin'in yazısını bunun üzerine bulup okudum. (Doç.
Dr. Sina Akşin, "Özgür Türkçe Adına", Cumhuriyet, 28
Temmuz 1984.) Sayın Akşin'in yazısı, Akşit Göktürk'e yanıtmış. (Akşit
Göktürk, "Türkçenin Hacivatçası", Cumhuriyet, 9 Haziran
1984)
Amacım, kendi payıma, bir polemik yaratmak değil. Açık yürekle söyleyeyim ki
dördüncü kişi olarak görünmek beni sıkıyor. Sıkıntımdan biraz olsun
kurtulabilmek için Sayın Akşin'in bazı görüşleri üzerinde kısaca durmakla
yetineceğim.
Sayın Akşin söze "tasfiyecilik"ten başlayıp tasfiyecilikle
öztürkçeciliği özdeş sayıyor. Diyor ki: "genellikle öz Türkçeciler,
eklemeyi değil, değiştirmeyi, eski kelimeleri tasfiyeyi amaçlıyorlar." Böylece,
yeni hiçbir şey söylemiş olmuyor. Osmanlıca "tasfiye", saflaştırma,
temizleme, arıtma anlamına geliyor. Tasfiyeci yerine "arıtmacı" veya
"temizlemeci" denebilir; ama dilsel tartışmalardaki tarihsel yerinden ötürü
bu sözcüğü kullanmakta sakınca görmüyorum. "Öz Türkçe" ile "saf
Türkçe" arasında önemli anlam farkı yoktur. Bir şey veya nesne, ancak
"öz"ü alıkonarak arılaştırılabilir veya saflaştırılabilir.
Dolayısıyla "öz Türkçe", "öztürkçeci", tasfiye edilmiş
Türkçe, tasfiye edilmiş Türkçeden yana kişi demektir. Görülüyor ki, sözcük
anlamı gözönünde tutulursa, öztürkçecilik tasfiyeciliktir.
"Öztürkçeleştirmek" de bu anlama gelir.
Tasfiyecilik, ulusal dillerini koruyup geliştirmeleri gerekmiş toplumlarda tutulagelmiş
ilk (ve gerçekten etkili) yoldur. Tasfiyecilik, dili yabancı kurallardan arıtmakla
başlar. Sonra dil, öz veya ulusal olan veya öyle sayılan karşılıkları olan
yabancı kökenli sözcüklerden arıtılır. Böylece, ulusal dil, gereksiz anlamdaş
sözcükler kalabalığından kurtulup yalınlaşır, benliğine kavuşmaya, belirli bir
yönde kendi içinde tutarlı olmaya başlar. Bu arıtma, türetilecek sözcüklerin
kaynağını da belirler: Ulusal sözcükler! Ardından, ulusal dili ulusal
karşılıkları olmayan yabancı sözcüklerden arıtmaya sıra gelir. İşin bu daha
çetin evresinde, onların yerine, 1) Ulusal kaynaktan yeni sözcükler türetilir; 2)
Ulusal dilin eski kaynaklarında bulunan ölü sözcükler diriltilmeye çalışılır; 3)
Ulusal dille kökendeş başka dillerden sözcükler alınır; 4) Az da olsa, birtakım
sözcükler uydurulur. Görülüyor ki dil ulusal yönde korunup geliştirilirken
tasfiyecilikten kaçınılamaz. Tasfiyecilik, yalnız dili ulusallaştırmanın
kaçınılmaz yolu değildir; bir bakıma dili ulusallaştırmanın ta kendisidir.
Tasfiyecilik, ister istemez, önce yazı dilinde başlar. İlk aşamada, yabancı dil
kuralları atılır ve anlamdaş sözcüklerin yabancıları temizlenirken, yazı dili
konuşma diline yaklaşır. Onun içindir ki bu aşama en az tepkiyle atlatılır. İkinci
aşamada, o güne değin yalnız konuşma dilinde değil, ulusal dilde de ulusal
sayılabilecek karşılıkları bulunmayan sözcükler sözkonusu olduğu için, yazı
dili, konuşma dilinden şu veya bu oranda uzaklaşır. Bu aşamada tepkiler doruğa
ulaşır. Yalnız, yazı dilinin konuşma diline yaklaşması, dil kuralları ve
sözcükler bakımından, ondan uzaklaşması ise yalnız sözcükler bakımından olur.
Yoksa, yazı dili ile konuşma dili, yazının bulunmasıyla birlikte farklılaşır,
öyle kalır ve öyle kalacaktır; çünkü bu iki dilin varlık ve kullanım koşulları
farklıdır. Onun içindir ki konuşulduğu gibi yazılsın, yazıldığı gibi
konuşulsun istemek, konuşma dilindeki bütün sözcüklerin yazı dilinde de
kullanılmasını istemek değilse, olmazı istemektir. Ayrıca, konuşma dilindeki
bütün sözcüklerin yazı dilinde kullanılmasını istemek de, tümüyle oluru istemek
değildir. Konuşma dilinde "inşallah" (in-şâ'Allah: Allah dilerse, isterse)
sözcüğü var diye, kafa yapısı "inşallah"a aykırı düşen kişi, bu
sözcüğü değil yazarken, konuşurken bile kullanmak zorunda değildir.
Tasfiyeciliğe tümüyle karşı olmak, ulusal dilin korunup geliştirilmesine karşı
olmaktır. "Yaşayan Türkçeciler" veya SİSAV takımı, tasfiyeciliğe
tümüyle karşıdır. Onlara göre, ulusal dilimiz "tabiî tekamülüne"
bırakılmalıdır. Böylece, "dile dokunmayın", diyorlar; dolayısıyla
"ulusalcılığı bırakın", diyorlar; dolayısıyla ve en önemlisi
"DÜŞÜNMEYİN!" diyorlar. Bellidir ki düşüncenin doğrudan aracı olan dili
geliştirmeyi suç sayıp engellemek, düşünceyi de düşünmeyi de öyle sayıp
engellemektir. Dil, edilgin değil, etkin bir toplumsal üründür. Gelişen dil, gelişen
düşüncelerin güçlü desteği ve aracı olur; onların varlığını sürdürüp
geliştirilmelerini ve geleceğe iletilmelerini sağlar. Bundan ötürü, ulusal dilimizi
bilimsel yolda koruyup geliştirmek, bir özgürlük sorunudur.
Sayın Akşin tasfiyeciliğe tümüyle karşı görünmüyor. Diyor ki: "iş halkın
kullandığı sözcükleri -merdiven, kalem, mektup,
kitap, faiz gibi- tasfiye etmeye gelince buna karşı
çıkıyorum." "Halkın kullandığı sözcükler" yerine "halk
dilindeki sözcükler" demek, bana daha uygun görünüyor. "Halk" çok
farklı anlamlarda kullanılabilen bir sözcük olduğu için de "halk dili"ni
tanımlamam gerekiyor. Halk dili bugün (Geçmişte değil!) ulusal dilimizin en
yaygın ve en işlek kesimidir. Halk dili karşısında, sözgelimi bir Sakıp Sabancı,
bir Vehbi Koç ile sıradan bir işçi ve köylü arasında anılmaya değer fark yoktur.
Böyle diyerek, halk dilinin sınıfsal nitelikli olmadığını vurgulamak istiyorum.
Yoksa, ulusal dilin en yaygın ve en işlek kesimi de olsa, halk dili herkesçe gereği
gibi ve şaşmaz bir eşitlikte kullanılamaz. Halk dili de ulusal dille birlikte
değişip gelişir, deyimler ve sözcükler yitirir ve yenilerini edinir; bazı
sözcükleri anlam değiştirir; bazıları ölür ve yerlerini yenileri alır vb. Yaygın
eğitim ve gelişmiş iletişim, halk dilinin sınırlarını genişletir.[ii]
Amaç halk diline dokunmak olmasa bile, tasfiyecilik halk dilini de etkiler. Özellikle
ilk aşamada. Sözgelimi, yayın dilide "fayda"nın yerini "yarar"
alınca, "yarar" halk dilinde giderek daha yaygın kullanılmaya başlanır.
Giderek faydalı, faydasız, faydalı olmak,
istifade vb. kullanımdan düşmeye başlar. Yararlı, yararsız,
yaramak, yararlanma, yararlanmak vb.
ise daha çok kullanılr olur. Ulusal dil bilincine kavuşmuşların konuşurken de
"yarar" sözcüğünü yeğ tutmaya başlamaları, bu süreci hızlandırır.
Halk dili, tasfiyeciliğin ikinci aşamasında da etkilenir. Sözgelimi bürokratik dilin
ulusallaştırılması, yurttaşların devletle sürekli ilişkileri dolayısıyla, arzuhal,
müddeiumumi, teşkilatı esasiye kanunu, reisicumhur,
vekil veya nazır gibi sözcüklerin yerlerini dilekçe,
savcı, anayasa, cumhurbaşkanı, bakan
gibi sözcüklerin almasını zorunlu kılar. Denebilir ki, dil ulusallaştığı oranda
halk dili de ulusallaşır.
Sayın Akşin'in andığı sözcükler (merdiven, kalem, mektup, kitap, faiz) halk dili
sözcükleridir. Sayın Akşin onları hangi seçit (criterion) ile
saptamış, bilmiyorum. Onlar, cansız nesne adlarıdır. Onlara canlı nesne adları da
katılabilir: Domates, hıyar, lahana, patates, marul, şeftali, zerdali, kayısı, kiraz,
vişne, salyangoz, torik, palamut, lüfer ve daha niceleri...
Bildiğim kadarıyla, böyle bazı sözcüklere doğrudan doğruya
yalnız Ataç "öz Türkçe" karşılıklar önerip kullanmıştır. Ataç hayvan
ve hava sözcüklerine bile karşılık önerip kullanır: Ilkı
ve kalık! Özleştirmede aşırılık bakımından Ataç doruk olmuş ve
öyle kalmıştır. Daha sonraları böyle bazı sözcüklere karşılık önerilmesi,
eski bazı sözcüklerin Batılı anlamdaşlarının da dilimizde kullanılmaya
başlamasındandır. Mevsim ile birlikte sezon
sözcüğü de kullanılır olunca, yalnız sezon'a karşılık
öneriliyormuş gibi bir hava yaratılarak sürem sözcüğü
yaratılmıştır. Batılı sözcüklere önerilmiş karşılıklar incelenirse, buna
benzer birçok örnek bulunur. Ataç'tan sonra öyle sözcüklere doğrudan
doğruya değil, dolaylı yoldan karşılık önerilmiş;
böylece, sütten ağzı yananlar, yoğurdu üfleyerek yemişlerdir. Böyle davranmış
öztürkçeciler, "bu sözcüğün Batılı anlamdaşı da dilimizde
kullanıldığına göre, neden onlara öz Türkçe karşılık önerneyelim? Batılısı
tutunduğuna göre öz Türkçesi de tutunabilir", diye düşünüp bir taşla iki
kuş vurmaya kalkışmışlarsa, olanı olduğu gibi söylemek gerekir. Bu davranış,
Sayın Akşin'in söylediğinden farklıdır. Sayın Akşin, öztürkçecilere haksızlık
ediyor; çünkü onların bırakılmış bir tutumu sürdürdüklerini söylüyor.
Ziya Gökalp, "Türkçeleşmiş Türkçedir", demişti. Yıllar sonra,
1970'lerde, ben de "özümsenmiş sözcüklerle uğraşmak yararsızıdır,
gereksizidir" yollu yazarken, bir bakıma, onun sözünü yineliyordum.[iii]
Gerçekte Sayın Akşin de o sözü yineliyor; ama yinelemesi pek açık seçik değil.
Hemen eklemeliyim: Ziya Gökalp 'in çağındaki Türkçeleşmiş sözcükler ile
günümüzdeki özümsenmiş sözcükler tümüyle aynı değildir. Dilsel sorunumuz da o
çağdaki gibi değildir. Sorun, aynı imiş gibi görünse bile, bunca yılın değişen
koşullarıyla, diyalektik bir evrime uğramıştır. O çağda Osmanlıca yaşıyordu.
Ziya Gökalp, başı sıkıştıkça, yepyeni (mefkûre gibi) Osmanlıca
sözcükler uydurup kullanarak, Osmanlıcanın ölümünü, ister istemez, geciktirmeye de
çalışıyordu.[iv] Osmanlıca çoktan öldü. 1980 nüfus sayımına göre,
ülkemizdeki 44.736.957 yurttaşın 41.753.798'i veya % 93,33'ü 0-59 yaşlarındadır.
Günümüzde bu sayı ve oran daha da büyümüştür. Bugün, çocukluk ve gençlik
dönemlerinde orta veya yüksek düzeyde Osmanlıca eğitimden geçmişler Parmakla
sayılabilir demek bile garibime gidiyor.
Durum böyle iken, Sayın Akşin bir "Osmanlıca bilme" sorunu çıkarıyor
karşımıza. "Kültür birikimi ve geleneği açısından" duyduğu kaygıyla,
Osmanlıca sözcükleri bilmek gerektiğini söyledikten sonra diyor ki: "Osmanlıca
kelimeleri kullanıp kullanmamak ayrı, o kelimeleri bilip bilmemek ayrı şeydir.
Osmanlıca sözcükler kullanmamak öz Türkçenin zaferi, Osmanlıca sözcükleri
bilmemek cehaletin zaferidir. [Türkiye toplumu cehaletin doruğuna ulaşmış da farkına
varmamışız!] ... Gelelim 'ne miktar' Osmanlıca meselesine. Ben ortaya somut bir
ölçü koyuyor ve diyorum ki, Nutuk'u aslından az çok takip edemeyen
insan Türk aydını olmak iddiasından vazgeçsin. (Her kelimeyi bilmek şart değil.
...) Baki demiyorum, Namık Kemal demiyorum. Göktürk söylesin bakalım, bir Türk
aydınına asgari ne kadar Osmanlıca lazım?" Sayın Göktürk bu soruyu
yanıtlamıştır veya yanıtlayacaktır, sanıyorum. Doğrusu, Sayın Akşin'in seçitine
uyup uymadığını anlamak için Nutuk'u aslından ve yeniden okumayı
düşünmüyorum.[v] Kendi payıma, kendimi aydın sandığım için, bu soruya
şöyle karşılık veriyorum: Bir aydının herhangi bir şeyi ne kadar öğrenip
bileceğini, onun nesnel ve öznel koşulları belirler. Bir aydın, koşulları
gerektiriyorsa, Osmanlıca uzmanı bile olabilir. Koşulları gerektirmiyorsa,
kendiliğinden öğrendiği Osmanlıca sözcüklerle yetinir. Aydınlar için Osmanlıca
bilgisi tavanı Sayın Akşin veya Sayın Bilmemkim saptayamaz; yalnızca saptadığını
sanır. Sayın Akşin'in aydınlar için taban Osmanlıca bilgisi sınırını Nutuk
ile belirlemesini hiç yadırgamadım. Nutuk dolayısıyla Atatürk adı
çıkıyor karşımıza. Son yıllarda pek yaygınlaşmış bir tutumu benimsiyor Sayın
Akşin. (Birkaç ay önce, Resmî Gazete'de yağlı güreşlerle ilgili
bir yönetmelik ilişti gözüme. Yönetmeliğin sonlarında, yağlı güreş hakemlerinin
içecekleri anttaki koşullar arasında "Atatürk ilkeleri" de vardı.)
Sayın Akşin'in görüşleriyle ilgili sözlerim bitmedi; onun "dilde
demokratikleşme" anlayışına ve "aşure sevgisi"ne değinmek isterdim;
ama yazamayacak kadar sıkıldım. Umarım bir aydının katlanması gereken
sıkıntının tabanını saptamış kişiler okumazlar bu yazımı.
i Ragıp Gelencik,
"Sıkıntıdan Yarım Bırakılmış Bir Yazı", Yamaç (Kültür Seçkisi), 4.
Kitap, Ekim 1984, s. 1-4.
ii Konuyla ilgili olarak bkz.: Ragıp Gelencik, "Halk Dili Üzerine",
Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 69-72. Bu yazı ilk kez
Türkiye Yazıları dergisinde (Ragıp Gelencik, "Halk Dili Üzerine",
Türkiye Yazıları (dergi), sayı 1, Nisan 1977, s. 5-6.) yayınlanmıştır. (Yazıyı
okumak için buraya tıklayınız.)
iii Öner Ünalan, önceki bir yazısında, konuyla ilgili şöyle söyler:
"Ataç, alışılagelmiş söyleyişle, dilsel sorunda aşırılığın simgesidir ve
Demokrat Parti gericiliğine tepkidir. ... Şöyle der Ataç: 'Direneceğim bu yolda: şey'i,
kadar'ı, nasıl'ı bile kullanmadan, yalnız Türkçe kelecilerle
[sözcüklerle R. G.] yazmaya çalışacağım.' Bu, halk dilinin özümsediği
sözcüklere düşmanlıktır, sözcük şovenliğinin ta kendisidir. Ataç bu tutumu
1946'da benimserse de etkili olması 1950'den sonraki koşullardadır. O, küçük-burjuva
ulusalcılığının dilsel sorundaki yansısıdır. Etkisi de bundandır.
Küçük-burjuva ulusalcılığının saldırganlığı, şovenliği de ancak böyle,
dilsel sorunda vb. olabilir. Ataçsal tutum dilimizin geliştirilmesi sorununu diri
tuttuğu için yararlı, özümsenmiş sözcüklerle savaşılması gibi boş ve gereksiz
bir işe yol açtığı için de zararlı olur. Bu dönemde küçük-burjuva aydınların
dilsel gelişime katkıları olduğu anılmalıdır." (Ragıp Gelencik, "Dil
Sorunu ve Dilsel Sorun", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım
1993), s. 25-46. Bu yazı ilk kez "Nesin Vakfı 1977 Edebiyat Yıllığı"nda
yer almıştır. Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.)
iv Öner Ünalan, önceki bir yazısında, Türkçülerin dilsel sorun
karşısındaki tutumuyla ilgili şöyle söyler: "Türkçülük akımının
doğması, uluslaşma sürecimizdeki sıçramalardan biridir. Bu aşamada, Ziya Gökalp'in
'Türkçeleşmiş Türkçedir.' sözü, bir bakıma, dilin yeni yabancı sözcüklere
(Batılı sözcüklere) kapatılması gerektiğinin savunulmasıdır. Bu, aynı zamanda,
Türkçeye girmiş bütün yabancı sözcüklerin benimsenmesine çağrıdır; ve bir dil
görüşü olarak, 'Kızıl Elma' ülküsüne de uygun düşmektedir. Bu görüş,
Batılı sözcüklere Osmanlıca sözcükleri kullanarak karşılık önermeyi
aksatamazdı ve aksatmamıştır. Osmanlıca toplumbilim terimlerinin çoğu, Ziya
Gökalp'in ve çağdaşlarının yaratısıdır." (Ragıp Gelencik, "Batı
Kaynaklı Sözcükler Sorunu", Soyut (dergi), sayı 64, Kasım 1973, s. 51-61.
Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.)
v Öner Ünalan, önceki bir yazısında, Atatürk'ün kişisel dil tutumuyla
ilgili şöyle söyler: "Burada Kemal Atatürk'ün kişisel dil tutumu üzerinde de
kısaca durulabilir. Gazi Mustafa Kemal, 1927'de, güçlü bir anlatımla yazdığı
değerli bir belge olan Nutuk'un daha ilk sayfasında manzara-i umumiye,
harb-i umumî, kıtaat-ı askeriye, sarf-ı mesai gibi
tamlamalar ve kıtaat, şerait, ahkâm, vesaik gibi
çoğullar kullanır. Nutuk'taki dil, bu bakımdan, örneğin Ziya Gökalp'in
1923'te yazdığı Türkçülüğün Esasları'ndaki dilden epey geridir. Kemal
Atatürk, 1934'te İsveç Veliahtının Ankara'ya gelişi dolayısıyla yaptığı
konuşmada anıksamak, baysak, genlik, ıs, kıldacı,
önürme, süerdemlik, tükel, tüzün, uz, yaltırıklı
gibi sözcükler kullanır. Hakimiyeti Milliye, 4 Birinci Teşrin 1934'te,
birinci sayfasında yayımladığı bu konuşmanın anlanabilmesi için, kullanılan
sözcüklerin Osmanlıca ve Fransızca karşılıklarını 2. sayfasında verir. Kemal
Atatürk, 1936-37 kış aylarında, geometri terimleri üzerinde çalışır. Bu, öyle
görünüyor ki, Cumhuriyetten sonra belirli bir alanda Türkçe terimler bulmak için
yapılmış ilk önemli çalışmadır. Önerdiği terimlerin kimileri, örneğin imsiy,
katıy, ökül, yüre, vb. tutunmaz; kimileri ise değişip
Anadolu Türkçesine uyarak tutunur: Çarparık-çarpım, dikey açı-dik
açı, bütey açı-bütünler açı, karşıtilgin-karşılıklı, vb.;
kimileri de ilk biçimleriyle tutunup kullanılır: Uzay, çember, açı,
çap, yarıçap, yay, kiriş, ters açı, üçken,
dörtken, vb. Bu çalışma, Türkçenin geliştirilmesi yolunda değerli bir
denemedir, denebilir." (Ragıp Gelencik, "Dil Sorunu ve Dilsel Sorun", ...
Bkz.: iii. sonnot.)
|
|