Yazıları

"ŞİİRİN KÜRT SORUNU" OLMAZ[i]

Yılmaz Odabaşı'nın "Şiirin Kürt Sorunu: Yeniden 'Türk Şiiri' Değil, 'Türkiye Şiiri'" başlıklı yazısını ilgiyle okudum (Evrensel Kültür, sayı 42, Haziran '95).

Odabaşı 1988'den beri Türk şiiri demeyi bırakmış, Türkiye şiiri diyormuş. Anıları güzel ve acı Bahçet Aysan ile Metin Altıok da onun bu davranışını doğru bulmuşlarmış. Olabilir. Başka birçok şair de öyle düşünebilir. Ama bu, Türk şiiri demeyip Türkiye şiiri demenin doğru bir düşünüş ve davranış olduğunu göstermez.

"Şiirin Kürt Sorunu", tek başına, bir ad olarak anlamsızdır. Hangi şiiririn, evrensel olarak şiirin mi, yoksa belirli, özel bir şiirin mi sorunu söz konusu? Hangi şiir olursa olsun, şiirin budunsal (ethnic) bir sorunu olabilir mi ki "Kürt" sorunu olsun? Vb. Neyse ki Odabaşı böyle adlandırdığı sorunun "Türk şiiri değil, Türkiye şiiri denmelidir" savı olduğunu söyleyip okurun işini biraz kolaylaştırıyor. Odabaşı bu sava "Türk şiirinin Kürt sorunu" adını vermiyor, daha doğrusu veremiyor; çünkü öyle derse, Türk şiirinin varlığını tanımış olacak. Oysa ona göre Türk şiiri yok, Türkiye şiiri var. Demek ki politik ve budunsal yaklaşım ve zorlanma, dilde 'şiirin Kürt sorunu' anlamsız adıyla dışa vuruluyor.

Yaklaşımının politik ve budunsal olduğunu Odabaşı kendisi de açıkça söylüyor: "Bazı uğraş arkadaşlarımız, Kürt kimliğinin bugün Ortadoğu dengelerini bile sarsan boyutlardaki tarihsel sınavıyla kendine siyasal anlamda açtığı yolu, bizim de 'Türkiye şiiri' nitelememizle edebiyat kulvarına taşımamızdan -bir sömürgeci egemen anlayışla- kaygı duyuyorlar."

Politika her alana el atar ve böylelikle her alanda irdelenmeyi ve eleştirilmeyi de göze alır. Odabaşı'nın yaklaşımı, birtakım toplumsal bilimleri, özellikle de yazın tarihini ilgilendiriyor.

İşe söz konusu yaklaşımdaki düşünüşü irdeleyerek başlamakta kolaylık var. Odabaşı yaklaşımını özellikle şu olguya dayandırıyor: Türk şiiri denen şiiri yaratmış şairlerin hepsi budundaş (Türk) değildir; kimileri başka budunlardandır. Bu olguya kimsenin bir diyeceği olamaz. Yalnız, bu "başka budunlar" arasında Odabaşı'yı en çok ilgilendiren Kürt budunudur. Öyle olmasaydı, "şiirin Kürt sorunu" ile yetinmeyip "şiirin Türk, Arnavut, Arap, Çerkez, Laz, vb. sorunu" ve toparlayarak söylemek gerkirse, "şiirin budunsal ve budunlararası sorunu" derdi. Demiyor; çünkü yaklaşımındaki düşünüş şovenliğin güdümündedir. Sonra, Odabaşı'nın söyleyişiyle "edebiyat kulvarları" arasında şiir kulvarından başka öykü, roman, deneme... kulvarları yok mu? Neden "öykünün Kürt sorunu", "romanın Kürt sorunu"... ve toparlayarak söylemek gerekirse, "yazının Kürt sorunu" yok da yalnız "şiirin Kürt sorunu" var? Odabaşı, kendisi şiir kulvarında koşuyor diye, öbür kulvarları kendi koşucularına bırakmayı mı uygun görüyor?

Şovenliğin güdümündeki bu düşünüş çok saldırgan olabilir; öyle ki, bütün toplumsal etkinlik alanlarına el atarak, örneğin GÜREŞİN KÜRT SORUNU'na dek gidebilir...

Odabaşı'nın özellikle dayandığı olguyu bir daha analım: Türk şiiri denen şiiri yaratmış şairlerin hepsi budundaş (Türk) değildir; kimileri başka budunlardandır. Odabaşı bundan ötürü şu sonuca varıyor: Bu olguyu dile getirip vurgulamak için Türk şiiri değil, Türkiye şiiri denmelidir. Anılan olgu İngiliz, Fransız, Alman, Rus... şiirleri için de geçerlidir. Öyleyse İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya... şiiri denmelidir. Ama Odabaşı'nın böyle düşünmediği, yazısındaki şu tümceden belli: "Ahmet Necdet Fransız şiirinden çeviriler yapıyor." Odabaşı'nın 1988'den beri Kürt şiiri değil de Kürdistan şiiri dediğini gösterir hiçbir ipucu yok. Bundan sonra öyle davranacağını gösterir hiçbir belirti de yok. Demek ki anılan olgu yalnız Türk şiiri için geçerli sayılıyor ve ona karşı kullanılıyor. Şovenliğin güdümündeki düşünüş, mantıklı bir genellemeye bile varamıyor. Odabaşı böyle bir genellemeye varabilseydi, yazın tarihçilerine şu çok kullanışlı ve adil yöntemi armağan etmiş olacaktı: Bir şiir adlandırılırken, önce, o şiiri yaratmış şairlerin budundaş (bir ve aynı budundan) olup olmadıkları araştırılmalı; hepsi budundaşsalar o şiire o budunun adı verilmeli; tersi ortaya çıkarsa, o şiir ülke veya coğrafya adı ile anılmalıdır...

Odabaşı Türk şiirini şöyle tanımlıyor: "Bugün bizim karşımıza çıkan da 'Türk şiiri' ibaresiyle asıl şiir kulvarlarındaki bir Türk şovenizmidir, bu şovenizmin rotûşlanmış dışavurumudur." Böyle diyerek şunu doğruluyor: Şovenlik, karşısında yalnız kendisini, şovenliği görür. Türk şiiri, yabancı kaynaklarda da "Türk şiiri" diye anılır. Bu, en eski kaynaklarda bile böyledir. Türk şiiri, Türk şovenliği doğmadan çok önceleri de vardı. Ve yazın tarihi onu hep Türk şiiri diye anacaktır.

Şiirin (genelleştirilirse, yazının) nesnesi dildir. Türk, Kürt, Alman, Rus... şiiri denince, belirli bir dile bağlı olarak gelişip günümüze varmış (veya varmamış) bir şiir geleneği ve o geleneğin ürünü olan şiirler toplamı anlanır. Yazın tarihi, o belirli şiir geleneğinde ve şiirler toplamında, diyelim ki Türk şiirinde, payı olan şairlerin budunlarıyla -yazın tarihi bakımından özel önemi yoksa- ilgilenmez. Yazın tarihine göre, Türk şiirinde payı olan her şair Türk şairidir. Burada "Türk" sıfatı, "Türk diliyle yazmış ve, doğal olarak, Türk şiiri denen birikimden yararlanmış" anlamınadır. Mevlânâ, Türk olsa bile, Fars diliyle yazdığı için Fars şairidir. (Nitekim, bütün nesnel kaynaklar onu böyle anar). Mehmet Âkif, Arnavut olsa da, Türk diliyle yazdığı için Türk şairidir. Türk şovenler ikisini de Türk şairi sayarlar ve Mevlânâ'nın Türklüğünü belirleyici ölçüt sayarlarken, Mehmet Âkif'in Arnavutluğuna hiç aldırmazlar.

Peki, Fuzulî, (1480?-1556) Türk şairi midir? Fuzulî üç dilde yazmıştır: Türkçe, Arapça, Farsça. Yazın tarihi, Fuzulî'yi Türk şiiri içinde incelerken Türk şairi olarak görür; Arap ve Fars şiirleri içinde incelerken de Arap ve Fars şairi olarak. Bunda çelişki yoktur. Yazın tarihi Fuzulî'nin üç budunlu olduğunu söylüyor değildir. Bu, yazın tarihi Fuzulî'nin budunuyla ilgilenmiyor demektir. Fuzulî, Türkiye denen coğrafyanın dışında yaşayıp ölmüştür. Türkiye şiiri, Türkiyeli şair gibi politik ve budunsal amaçlı terimler kullananlara göre, Fuzulî Türk şairi değildir, Türkiyeli şair de değildir. Peki, Fuzulî nasıl bir şairdir? Fuzulî örneği özellikle seçilmiştir. Fuzulî, divan şiirinin en büyük ustalarındandır. Peki, divan şiiri Türk şiiri içinde mi yer alır? Odabaşı diyor ki: "... Osmanlı döneminde şiirin 'Arapça' yazıldığına ve bugün de Osmanlının Arapça şiirini 'Türk şiiri'nin etiği sayma gafletinden kurtulmanız gerektiğine dikkat çekiyorum." Bundan, basitçe, divan şiiri Türk şiiri değildir, anlamı çıkıyor. Osmanlı döneminde divan şairleri Arapça ve Farsça şiirler de yazmış olabilirler. İyi eğitilmiş Osmanlı aydınları üç dil bilir: Türkçe, Arapça, Farsça. Ancak, divan şiirinin dili, Odabaşı'nın bilmezlikten veya bilmezlikten gelerek söylediği gibi, Arapça değildir, Osmanlıcadır. Üç dil bilen Osmanlı aydını, Osmanlıcayı Arapça ve Farsça saymaz. Osmanlı aydınları için Osmanlıca, Türk dilinin bir lehçesidir ve adı Lehçe-i Osmanî'dir (Lehçe-i Azerî gibi). Dahası, Osmanlı aydınları Osmanlıca'ya, Lisan-ı Türkî de demişlerdir. Onlara göre halkın kullandığı Türkçe, Türkî-i basit'tir; çünkü Osmanlıca, basit olmayan Türkçedir. Divan şairleri Türkî-i basit ile de şiir yazmışlardır. Böylece, divan şiirinin Türk şiiri içinde yer aldığını Türk şovenleri değil, hiç kuşkusuz çeşitli budunlardan olan Osmanlı aydınları saptamışlardır. Yazın tarihi bakımından divan şiiri, Türk şiirinin 13. yüzyılda sürüp 19. yüzyılda kurumuş bir dalıdır. Günümüz Türk şiirinde görünür izleri olan bir dal. Türkçe-Osmanlıca ilişkisi ve Türk şiiri geleneği gözden uzak tutulursa, divan şiiri bilimsel olarak incelenemez; çünkü öyle davrananlar için gökten zembille inmiş bir görüngü (phenomenon) olur.

Politik ve budunsal gerekçelerle kullanılan Türkiye şiiri terimine gelince, Türkiye şiiri iki türlü anlanabilir: 1) Türkiye üzerine yazılmış şiir (ki böyle çok güzel şiirler vardır); 2) Türkiye denen coğrafyada, yalnız orada, ve üstelik o coğrafyaya bu adın verilmesiyle başlayarak, o coğrafyanın tarihsel koşullarında gelişmiş bir şiir.

Türkiye, daha Anadolu Selçuklu Sultanlığı döneminde Türkiye diye anılmaya başlanır. Söz konusu coğrafyaya bu adı Türkler vermemiştir. Türkiye sözcüğünün kendisi de buna tanıktır. Eski, artık göçüp gitmiş kimi aydınlar, örneğin Nâzım Hikmet, Türkiya derdi. Doğrusu da budur. Sözcük, sonradan, Türkçenin ses uyumuna boyun eğerek Türkiye olmuştur. Latincede ve Yunancada -ia soneki, ülke adı türetmede de kullanılır. Galya, Germanya, Almanya, Polonya, İtalya, Rusya... adları bu sonekle türetilmiştir. Demek ki Türkiye adının şovenlikle ilgisi yoktur. Selçuklu Sultanlığından beri Türkiye'de çok çeşitli dillerde, örneğin Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe, Ermenice... şiir yazılmıştır. Demek ki Türkiye şiiri bütün bunların toplamıdır. Ve örneğin Melânâ, bu anlayışa göre, Türk olduğu için, Farsça yazmışsa da Fars şairi değildir, Farsça yazdığı için Türk şairi de değildir, şiirlerini Konya'da (Türkiye sınırları içinde) yazdığı için Türkiyeli şairdir. Yazın tarihinde böyle bir Türkiye şiirinin adı yoktur, olacağı da yoktur.

Türk şiiri, Türkiye coğrafyasına sığmaz. Türk şiiri, tarihsel gelişimi sırasında, farklı ve sınırları değişen coğrafyalarda, koşullara bağlı evrelerden geçerek bugüne gelmiştir. Yalnız Türk şiiri değil, eski bir geçmişi olan hiçbir şiir, belirli bir coğrafyaya, hele bugünün politik sınırlarıyla belirlenmiş herhangi bir coğrafyaya sığmaz.

Odabaşı şiirlerini Türk diliyle yazan bir Kürtmüş. Doğrusu, buna ancak şovenlerin bir diyeceği olabilir. Yazın tarihine göre Odabaşı "Kürt kökenli Türk şairi"dir. Ve böyle olduğu için Odabaşı'nın budunsal varlığı (Kürtlüğü) eksilmiş veya ortadan kalkmış olmaz. Odabaşı Kürt diliyle yazmaya başlarsa, yazın tarihine göre "Kürt kökenli Kürt şairi" olur ve bundan ötürü daha çok Kürt olmaz. Yalnız, öyle yaparsa veya yapabilirse belki gönlü rahat olur.


NOT: Evrensel Kültür'ün 43. sayısı (Temmuz '95) yazımı bitirdikten sonra elime geçti. Odabaşı'nın "Şiirin Kürt Sorunu II" başlıklı yazısını da okudum. Yazımı bitirdiğim gibi gönderiyorum; çünkü okur Odabaşı'nın ilk yazısındaki kimi noktalar üzerinde de durmadığımı fark ediverecektir. Yazımda ayrıntılar değil, işin özü tartışılıyor.


i Ragıp Gelencik, "'Şiirin Kürt Sorunu' Olmaz", Evrensel Kültür (dergi), sayı 44, Ağustos 1995, s. 22-23.