Yazıları

ANLATMAYA DOYMAYAN ÖYKÜCÜ[i]

Dinçer Sezgin öykü, şiir, oyun yazıyor. Yayımlanmış kitapları göz önüne alınırsa öyküye daha çok emek verdiği görülür. İlk öykü kitabını 1959'da yayımlamıştır: İnsanların Ayak Sesleri. Bunu Geçmişe Bakan Kadın (1991), Sokağa Çıkma Yasağı (1993, ikinci basım 1994, üçüncü basım 1997), Gözlerinde Mavi Kuşlar (1997) izler. Bir de "öykü/röportaj" dediği İzmir Resimleri 1 var (1994). (Çocuk öykülerini anmıyorum.)

İlk öykü kitabı 1959'da yayımlandığına göre Dinçer Sezgin kırk yılı aşkın bir süredir öykü yazıyor. Kırk yıl, bir öykücünün kendisine özgü bir öykü kuruluşu geliştirmesi için yeterinden uzun bir süredir. Sait Faik 46 yıl yaşadı; öykülerini 30 yıldan daha kısa bir zamanda yazdı ve kendisine özgü birden çok öykü kuruluşu geliştirdi. Öyle ki, Sait Faik'ten hiç öykü okumamış birine onun ilk ve son öykülerinden birer örnek okunsa, o kimse dinlediği öykülerin aynı yazarın kaleminden çıktığını kolay kolay söyleyemez. Ne var ki Sait Faik gibi öykücülere çok az rastlanır. Onlar birer ayradır (istisnadır). Öykücülerin çoğu, geliştirip beğendikleri bir öykü kuruluşuna bağlanıp kalırlar. Dinçer Sezgin de şimdilik öyle yapıyor.

Sezgin'in öykülerinde klasik öykünün üç öğesi aşağı yukarı hep vardır: Serim, düğüm, çözüm. Ancak, bu öğeler onun öykülerinde örneğin Sabahattin Ali'nin öykülerinde olduğu gibi dengeli bir bütün yaratmaz. Serim, genellikle, Sezgin'in çokça uzattığı bir bölümdür. Özellikle uzunca öykülerinin serimlerinde art arda veya iç içe birden çok öykü anlattığı bile olur. (Örnek: "İki Kısmet Yolcusu", Geçmişe Bakan Kadın'da; "Gözlerinde Mavi Kuşlar", aynı adlı kitabında.) Kimi öykülerinde ayrı karakterlerle dizilmiş şiirimsi parçalar yer alır. (Örnek: "Hoş Geldin", Geçmişe Bakan Kadın.) Öyle ki, Sezgin sanki öykü olanaklarını şiir olanaklarıyla genişletmeye çalışıyordur. Öykülerinde çözüme özel önem verir Sezgin; çözümün birdenbire gelmesini ve çarpıcı olmasını yeğler. Bu bakımdan Ömer Seyfettin'in "Bomba" ve "Diyet" adlı öykülerini ve onların benzerlerini örnek alır gibidir. Ancak, böyle çözümler kimi öykülerinin sonunda biraz eğreti kalabilir. Örneğin "Bira" adlı öyküsünde (Geçmişe Bakan Kadın) Anette'nin Türk olduğunun ortaya çıkması biçimindeki çözümden önce sunulmuş bir çözüm daha vardır. Başka bir söyleyişle, çarpıcı çözüm önceden bitmiş bir öykünün sonuna eklenmiştir veya hiç değilse kimi okurlarda böyle bir izlenim yaratabilir. "Gül" adlı öyküsünün bitimi (Gözlerinde Mavi Kuşlar) pek birdenbire ve kimi okurlar için çarpıcı olsa bile, uğruna kırk sayfa yazılmaya değer bir bitim olup olmadığı veya öykünün bütününe uygun düşüp düşmediği tartışılabilir.

En kalın çizgileriyle anlatılan bu öykü kuruluşu, önce Dinçer Sezgin'in olaylara ve insanlara bakışıyla, sonra da, buna bağlı olarak, öykü ile iletmek istediklerine bağlıdır. O, genellikle, belirli bir olayı tek başına ele alıp geliştirerek öykülemez; birden çok olayla ilişkilendirip öyle öyküler. Örneğin "Bira" adlı öyküsünde (Geçmişe Bakan Kadın), bir asıl öykülenen olay, bir de anı biçiminde sunulmuş ikinci bir olay vardır. Bu ikinci olay üstüne yazılmış parçalar çıkarılırsa öykü eksilmez; tersine, daha sağlam bir bütünlük kazanır. İkinci olayı çıkarmak da kolaydır; çünkü olay italik dizilmiş iki parçada anlatılmıştır. (Ayrı bir öyküdür.) Bu örnekte olduğu gibi, Sezgin, birden çok öykü yazmaya yeter gereci bir öykü yazmak için kullanır.

Dinçer Sezgin'İn özellikle uzunca öykülerinde bir çevre, o çevrede yaşayan insanlar, onların yaşayışları ve ilişkileri, yer yer, uzun öyküye veya romana uygun, hiç değilse klasik kısa öyküde görmeye pek alışmadığımız ayrıntılarla anlatılır. Ayrıntılı anlatmayı sever Sezgin. Canlı ve ayrıntılı fiziksel betimlemeler vardır öykülerinde. Bu betimlemeler, özellikle olayın akışıyla bağlantılı olduklarında, Sezgin'in anlatımını renklendirir. Yalnız, gene bu betimlemeler, arada bir uzayarak öykü dokusunu gevşetir. "Gül" adlı öyküsünde (Gözlerinde Mavi Kuşlar) Gül'ün dansını anlattığı sayfalarda olduğu gibi. Anlatmaya doymayan, özenerek ve emek vererek yazdığı için de kaleminden çıkmış hiçbir parçaya kıyamayan bir öykücüdür Sezgin. Bunlardan ötürü öykü ona dar gelir. O, uzun öyküler ve roman yazabilecekken her nedense yazmayan bir öykücüdür.

Sezgin'in öykülerinde biçimle ilgili başka arayışları da vardır. Onun öykülerini alışılmış öykü anlayışına göre değil, kendi öykü anlayışına göre değerlendirmek daha doğru olur. Sözgelimi, alışılmış öykü anlayışına göre "Bira" adlı öyküsünün ayrı iki öyküden oluştuğunu söylemek ve bunu kusur saymak gerekir. Oysa Sezgin'in öykü anlayışına göre o iki öykünün önce kendi başlarına, sonra da nasıl bağlantılandıklarına, birlikte oluşturdukları bütüne göre değerlendirilmeleri gerekir; çünkü böyle yazılmış öyküler de estetik bütünlük gösterebilir. Ayrıca, unutmayalım ki, bir işi alışılmışı aşarak güzel yapmak, alışılmışa uygun olarak güzel yapmaktan daha yeğrektir, daha çok emek gerektirir; dolayısıyla daha değerlidir.

Sezgin'in öykülerinde anlattığı olayların kaynakları genellikle anıları ve yaşantılarıdır. Bu olaylardaki insanlar baskın bir çoğunlukla köylüler, işçiler, yoksul kasaba ve kent emekçileri ve küçük-burjuvalardır. Sezgin bu insanların öykülerini sınıflarının genel yaşam serüveni içinde başarıyla anlatır. Onları anlatarak sınıflarının genel öykülerini anlatmak gibi bir amaç gütmez. Bu arada kendisini de anlatır Sezgin. Bunu daha çok kendi duygularını öykülerindeki insanlara yansıtarak yapar. Sezgin, özellikle duygusal yanıyla, bütün öykülerinde vardır.

Günümüzde öyle değişik anlayışlara göre öyküler yazılıyor ki, bunların kimileri, belki birçoğu, doğru veya yanlış olarak, öykü sayılmıyor. Sezgin öyle bir öykü anlayışıyla yazıyor ki, yazdıkları içerik ve biçim bakımından klasik denen öykü anlayışına tümüyle ters düşmüyor. Onun için de kimse çıkıp Sezgin'in öykü yazmadığını söylemiyor. Yazın tarihçileri, son kırk yıllık öykücülüğümüzü değerlendirirken Sezgin'in öykülerini de göz önüne alacaklardır.


i Öner Ünalan'ın bu yazısının yayınlanıp yayınlanmadığını saptayamadık. Yayınlanmışsa, olasılıkla, Ragıp Gelencik imzasıyla, Cumhuriyet Kitap Eki'nin 12 Mayıs 1999 tarihli 482. sayısında yayınlanmış olmalı. (Daktilosuyla yazdığı özgün metinden aktardık.)