|
BİLİMSEL TERİMLERİN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ ÜZERİNE[i]
Sayın
Melih Cevdet Anday'ın "Bilimsel Terimler Konusu"[1] adlı
yazısını okuyup da Sayın Sosyolog Dr. Kadir Cangızbay'ın Cumhuriyet Bilim Teknik'te
daha önce yayımlanmış yazısından[2] beklemediğim bir biçimde
etkilendiğini görünce tasarladım bu yazıyı. Tasarımı gerçekleştirmede gecikmiş
sayılmam; çünkü sorun ülkemiz gündemindeki demirbaş maddelerden biri.
Dr. Cangızbay'ın bu
demirbaş maddeyle ilgili kişisel tutumu şöyle özetlenebilir:
Birincisi, Dr.
Cangızbay öztürkçeci değil, öztürkçeciliği bir sapkınlık sayıyor; (Ben de
öztürkçeci değilim, ama ulusal dilimizin korunup geliştirilmesi gerektiğine bütün
kafam ve gönlüm ile inanıyorum.) ona göre öztürkçecilik "öz"
sözcüklere bağımlılık olduğundan, yabancı kökenli sözcüklere karşılık
bulunurken kullanılabilecek sözcük dağarını küçültüyor; dolayısıyla bir kök
çok kez ve farklı kavramlara ad bulmak için kullanılıyor. Bu ise türetilen adların
ve adlandırdıkları kavramların karıştırılıp birbirinin yerine kullanılır ve
anlanır olmasına yol açıyor.
İkincisi,
Dr. Cangızbay, birtakım kişilerin bir bilimsel terime Türkçe karşılık
bulunduğunda o terimle dile getirilen bilimsel kavramın kendiliğinden anlanır
kılındığına inandıklarını söylüyor. Bunu da ikinci sapkınlık sayıyor.
Yazısını, "Son olarak aklımızdan çıkartmamamız gereken bir hakikat var, o da
'bilim dili'nin son kertede, dilin değil, bilimin işleyişi içinde belirlenecek
olduğudur." diye bitirip, işi hangi dil olduğu belirsiz bir dilin işleyişine
değil de, ne idüğü ve nasıl işlediği belirsiz bir bilimin işleyişine bırakıyor.
Dolayısıyla, ulusal dilimizi koruyup geliştirmeye çalışanlara, "Boşuna
uğraşmayın bu işle!" diyor.
Üçüncüsü,
yazısında mevcut, mümkün, imkân, istila, tabiyet,
muhtemel, tevazu, sahte, hâkim, inşa, irâdi,
zatlık, faaliyet, tabir caizse, terkip, leh,
ifade, zımnî, tekabül, hakikat, bertaraf
gibi dilimiz genelinde çoktan kullanılmaz olmuş Osmanlıca sözcük ve deyimleri
kullanmaktan çekinmediği gibi, sırf-salt, hakikat-gerçek, fonksiyon-işlev
gibi eski ve yeni, Batılı ve Türkçe anlamdaş sözcükleri; morfolojik, şans,
orjinal, kolektif, avantaj gibi Batılı sözcükleri de
kullanıyor. Bu yüzden "kozmopolit" bir Türkçeyi sakıncalı bulmaz
görünüyor.
Dördüncüsü,
yabancı kökenli bilimsel terimlere Türkçe karşılık bulunurken çeviri yoluna
başvurmayı sakıncalı buluyor. Bütün dayanağı ise şöyle özetlenebilir: Bilimsel
bilgi bilimsel olmayandan farklıdır; dolayısıyla bilimsel kavramlar bilimsel
olmayanlardan, terimler de öbür sözcüklerden farklıdır; onun içindir ki bilimsel
terimlere öyle kolayca karşılık bulunamaz. Konuyu da "Bilimsel terimler özelinde
söyleyeceklerimizin ise dilin bütünü için geçerli olma gibi bir iddiaları
kesinlikle yoktur." diyerek sınırlıyor. Sınırlama gerekçesi ise şu: "...
bu öz sınırlama, gelmesi muhtemel eleştirilerin alanını baştan daraltmaya yönelik
sahte bir tevazuun keyfiliğini gizliyor değilse, işe[ii] bilimsel terimlerin
işaret ettiği kavramların özgüllüğünü, bunun için de bilimsel bilginin diğer
bilgi türleri karşısındaki farklılığını ortaya koymamız gerekmektedir."
İşe konunun böyle
sınırlanmasıyla başlamak uygun görünüyor. Dr. Cangızbay yazısında, kuşkusuz
başka yazılarında ve konuşurken de, Osmanlıca ve Batılı bir yığın sözcüğün
ve kimi terimlerin ulusal bir süreçte yaratılmış bugünkü (yerleşik)
karşılıklarını ister istemez kullanıyor. Bu olguyu gördüğü için de, gene ister
istemez, konuyu böyle sınırlamak zorunda kalıyor. Yoksa, işe o sözcük ve terimlerin
neden, nasıl var olduklarını açıklamakla başlaması gerekecek, bu olguyu sessizce
geçiştiremeyecekti. Bencileyin Dr. Cangızbay ile tutumdaş olmayıp böyle olguları
gereği gibi değerlendirmeye önem verenler için bu sınırlama, konuya belirli bir
yaklaşımı sergilemesi dışında, tümüyle değersizdir.
Dr. Cangızbay, kimi
olguları görmezlikten geliyor, kimilerini de işine geldiği gibi yorumluyor. Örneğin,
her bilimsel terime karşılık bulunabilir, ne olursa olsun bulunmalıdır görüşünde
olmadığını yazısının ta başında söyledikten sonra, "yeryüzünde
katışıksız, başka dillerden sözcük almamış dil yoktur" olgusunu anıyor. Bu
olguyu öztürkçeciler de bilir. Gelmiş geçmiş en bağnaz öztürkçeci olan Ataç der
ki: "Türkçede yabancı tilcik büsbütün kalmasın mı diyorum? Bunun
olmayacağını bilirim. Bir dil yoktur ki başka dillerden tilcik almış olmasın. Ancak
unutmayalım ki biz, Batı Uygarlığı Türkçesinin kuruluş çağındayız. Şimdiden
yabancı tilciklere kapıları açarak, o kolay yolu tutarsak, akına uğramayı
önleyemeyiz."[3] Görülüyor ki Ataç Batı Uygarlığı
Türkçesini yaratmak uğruna, demek ki ideolojik ve politik gerekçelerle bağnaz
davranıyor, o olguyu bilmediğinden değil. O olgu, bir ulusal dilin
özleştirilemeyeceğini değil, Ataç'ın söyleyişiyle büsbütün
özleştirilemeyeceğini gösterir. Nitekim bizde olduğu gibi Almanya, Macaristan, vb.
ülkelerde ulusal dil büyük çapta özleştirilip geliştirilmiştir. 1986'da nüfusu
243.000 olan İzlanda ilginç bir örnektir: "İzlanda dili, Kelt ve Roman dilleriyle
Danca ve Latince'den birçok sözcük almıştır. Ama 19. yüzyılın başında gelişen
arılaştırma hareketiyle birlikte bu sözcüklerin yerine tümüyle İzlanda dilindeki
karşılıkları benimsenmiştir. Bugün bütün teknik ve soyut kavramlar[ın
sözcükleri R. G.], yalnızca İzlanda dilinin öğelerinden
türetilmektedir."[4] Bu olguları görmezlikten gelip anılan olguyu
"lisan tabiî tekâmülüne terk edilmelidir" görüşüne gerekçe yapanlar da
ideolojik ve politik davranıyorlar; "kozmopolit" bir Türkçeyi kendi toplumsal
ve ekonomik konumları bakımından sakıncalı değil, uygun buluyorlar.
Başka bir olguya
geçiyorum. Dr. Cangızbay, bir yerde, "Adlar, adlandırdıkları nesne ile ne
özdeştirler ne de o nesnenin tanımıdırlar" diyerek sürdürüyor yazısını.
İlk yarısı doğru, ikinci yarısı ise yarı-doğru bir önermedir bu. Kimi sözcükler
adlandırdıkları nesnelerin en kısa tanımı da olabilirler. Örneğin, "Burası
nedir?" sorusuna "Kömür konan yer." demeyip "Kömürlük."
diyerek o yeri hem adlandırmış hem tanımlamış oluruz. (Böyle sözcüklere salt
kolaylık olsun diye "tanım ad" diyeceğim.) Ayrıntılara girmeden denebilir
ki türetilmiş sözcüklerin çoğu böyledir. Bu, dil geliştirme bakımından çok
önemlidir; çünkü dil böyle sözcüklerle geliştirilir. Onların "tanım
ad" olmaları ise, yabancı karşılıklarına üstünlüklerinin gerekçesidir. Bu
sözcüklerin yabancı karşılıkları "tanım ad"lar bile olsalar, onları
öyle algılayabilmek için o dilleri belirli bir düzeyde bilmek gerekir. (Buna gene
döneceğim.) Kimi sözcükler ise adlandırdıkları şeylerin en kısa tanımları
değildirler: Gelmek, uçmak, yazmak, doğmak, sevmek,
su, dağ, taş, ot, kuş, vb. böyledir.
Dr. Cangızbay'ın
önermesinin ilk (doğru) yarısına gelince, onun yerine şöyle demeyi yeğ buluyorum:
"Bir sözcük, adı olduğu şeyden farklı bir şeydir." (Karl Marx) Örneğin
"su" bütün dünyada "su"dur. Ama her dilde ayrı bir adı vardır: Su,
âb, má, water, l'eau, vb. Şeylere ad olma
bakımından hiçbir dilin sözcükleri öbür dillerinkilerden üstün de değildir eksik
de. Bir sözcük salt başka dillerde karşılıkları olmadan önce şu veya bu
dilde doğmuştur, vardır diye öbür dillerin onu benimsemesi zorunluk değildir.
Kimi öztürkçeciler,
önerdikleri bir sözcüğü pek uyduruk bulduklarını söyleyenlere, "bir sözcük
adı olduğu şeyden farklı bir şeydir" olgusunu anarak karşılık vermişlerdir.
Öyle ya, bu olguya göre, bir şeye ad olarak önerilen bir sözcük uyduruk da olabilir.
Bu bir sakınca değildir onlara göre. Peki, bu böyleyse, öztürkçeciliğin varlık
gerekçesi nedir? Türkçe olmayan sözcüklere Türkçe, daha doğrusu "öz"
Türkçe karşılık arayıp bulmaya gerek var mı? Sözcüklerin uyduruk olmaları bile
sakınca değilken, Osmanlıca veya herhangi bir dilden olmaları neden sakınca olsun?
Kuşkusuz, bu söylenenler "öztürkçeciliğin varlık gerekçesi yoktur"
anlamına gelmiyor; anılan olguyu öztürkçeciliği veya öztürkçecilerin ince eleyip
sık dokumadan önerdikleri kimi sözcükleri savunmada kullanmaya kalkmanın vardığı
çıkmazı gösteriyor.
Sözcükler adları
oldukları şeylerden farklı şeyler oldukları içindir ki bir şey için sonsuz ad
olabilir. Hele dil en geniş anlamıyla düşünülürse, şey adlarının sözcük
olmaları da gerekmez. Doğrudan veya dolaylı algılanabilen her im (işaret) şey adı
olabilir. Bu ise, sosuz sayıda dil olabilir ve/veya yaratılabilir demektir. Soruna
böylesine genel ve soyut düzeyde yaklaşılırsa, dil geliştirmeye girişenlerin
özgürlüğü de sonsuzdur. Ancak, belirli bir ulusal dili koruyup geliştirmek belirli,
özel ve somut koşullarda olur. Yaşanan çağ, dünya koşulları, ülke, toplum (veya
ulus), o toplumdaki üretim ilişkileri, başat ideoloji ve politika, ulusal dil sistemi,
vb. hepsi belirli, özel ve somut birer gerçekliktir. Ulusal dil onlara bağımlı
olunmaksızın korunup geliştirilemez. Onun içindir ki bir ulusal dili koruyup
geliştirmeye çalışanların özgürlüğü, bütün bu koşullardan doğan
zorunlukların kavranmasına bağlıdır. O zorunluklar nice kavranırsa, ulusal dil de
onca korunup geliştirilebilir.
Dr. Cangızbay bir tek
örnek bile vermediği için Sayın Melih Cevdet Anday'ın örneklerinden biriyle
sürdürüyorum yazımı. Sayın Anday diyor ki: "Dostum Selahattin Hilav, dilimize
yıldırım gibi düşen 'aliénation' sözcüğü için 'yabancılaşma'
karşılığını bulmuştu yıllar önce, sonra pişman oldu buna, çünkü o
sözcüğün kökenini herkes biliyordu, bu yüzden kimse 'aliénation'un ne olduğunu
öğrenmeği merak etmedi. Olur olmaz kullanım yayıldı gitti: Artık 'Aileme
yabancılaştım.' diyenler mi istersiniz, 'Sevgilime yabancılaştım.' diyenler mi?
Kesinlikle söyleyebilirim ki, o Türkçe sözcük, kökünü ekini bildiğimiz için,
bizi 'aliénation' kavramından yoksun bıraktı. 'Yabancılaşma' sözcüğü
kafalarımıza bir kolaylık getirmişti çünkü. Onu anladığımızı, bildiğimizi
sanıyorduk." (Sanki Dr. Cangızbay'ın görüşünü desteklemek için özellikle
bulunup verilmiş bir örnek!) İmdi, felsefe terimi olarak "yabancılaşma"nın
Almancası Entfremdung'dur. Bu terim, Almanca günlük dilde kullanılagelen fremd
(yabancı) sözcüğünden türetilmiştir. İngilizceye de ailen (yabancı)
sözcüğünden türetilmiş alienation (yabancılaşma veya yabancılaştırma)
ile çevrilmiştir. (Sayın Anday Fransızca aliénation'u anıyor.) Demek ki
Sayın Hilav'ın Türkçede yaptığı, daha önce İngilizcede yapılmıştır. Entfremdung
İngilizceye böyle çevrilince sakınca doğmuyor da Türkçeye çevrilince mi doğuyor?
Bir sözcüğün
farklı kavramlara ad olması öyle doğaldır ki sözlükler neredeyse baştan sona bunun
örnekleriyle doludur. Sayın Hilav Entfremdung'u dilimize yabancılaşma
diye çevirmekle çok doğru, çok güzel bir iş yapmıştır. Sonra, o bunu yapmadan
önce Türkçede hiç kimse "ülkeme yabancılaştım", "işime
yabancılaştım", vb. dememiş midir veya diyemez miydi? Sayın Hilav
"yabancılaşmayı" bir felsefe terimi olarak kullandıktan sonra, sözcüğün
farklı kullanımları dikkatini özellikle çekmiş olmalı. Türkçe Sözlük'te[5]
"yabancı" sözcüğüne şu karşılıklar veriliyor: 1. Başka ulustan olan,
başka bir ulusla ilgili olan (kimse). 2. Aileden, çevreden olmayan (kimse ya da şey),
özge. 3. Tanınmayan, bilinmeyen. 4. Aynı türden, aynı çeşitten olmayan. 5. Bir
konuda bilgisi, deneyimi olmayan. 6. Belli bir yere ya da kimseye özgü olmayan. Yabancı
sözcüğü bu anlamlara gelebildiği içindir ki yabancılaşma veya yabancılaştırma
da, onlara bağlı olarak farklı anlamlara gelebilir. Gerçekte Sayın Hilav yepyeni bir
sözcük de yaratmamıştır, yalnızca bir sözcüğü başka bir anlamda (felsefe terimi
olarak Entfremdung anlamında) kullanmıştır. Daha bitmedi. Hiç kimse,
"yabancılaşma" dendiğinde bu felsefe teriminin kavramsal içeriğini, daha
önce öğrenmemişse, Hegel'den Marx'a değinki gelişimiyle anlayamaz, bilemez. Bir
Almana Entfremdung, bir İngilize de alienation dendiğinde, onlar da bu
durumdadır. Ama bir Türke yabancılaşma, Almana Entfremdung,
İngilize de alienation nedir diye sorulsa, özü bakımından şuna benzer bir
tanım vereceklerdir: Yabancılaşma, yabancılık ilişkileri bulunmayan bir durumdan,
öyle ilişkiler bulunan bir duruma geçme demektir. Almanca veya İngilizce bilmeyen bir
Türk, Entfremdung veya alienation nedir dendiğinde böyle bir tanım
veremez; çünkü bu sözcükler onun için birer tanım ad değildir (gerçekte
birer ad bile değildir). Oysa o dilleri bilen biri için bunun tersi doğrudur. Sayın
Anday "Yabancılaşma sözcüğü kafalarımıza bir kolaylık getirmişti"
derken işte bu olguyu dile getiriyor.
Sonra, felsefede
"yabancılaşma", özünde, yukarıda verdiğim tanıma uyarlık da
taşıdığı içindir ki ona yabancı (fremd) sözcüğünden türetilmiş yabancılaşma
(Entfremdung) adı uygun görülmüştür. Yabancılaşma kavramına bir Türk filozof
ulaşsaydı da ona yabancılaşma adını verseydi, kim ne diyebilirdi? O durumda
Alman yabancılaşma'yı Entfremdung diye çevirmeyecek miydi? Burada
günlük dilde kullanıladuran bir sözcükten çıkılarak bir felsefi kavrama hem
doğrudan hem çeviri yoluyla uygun bir ad (terim) bulunduğu görülüyor. Ulusal
dilimizi koruyup geliştirmek, onu daha iyi düşünmeye uygun bir araç kılmak anlamına
da gelir.
Çevirmek, bir dilde
söylenmişleri başka bir dilde yinelemektir. Bu yineleme sözcükler tümüyle
karşılıklı düşecek biçimde (sözcüğü sözcüğüne) olabildiği gibi,
olmayabilir de; yeter ki yineleme doğru ve eksiksiz olsun. Görülüyor ki çeviri,
Türkçesi olmayan terimlere Türkçe karşılık bulmada biricik yoldur. (Başka diller
için de öyledir.) Terimler Entfremdung, alienation, yabancılaşma; black
hole, kara delik; insect, haşere, böcek; plant, phyton,
nebat, bitki gibi sözcüğü sözcüğüne veya metamorphosis, istihale,
başkalaşma veya başkalaşım; radula, dişli dil; hermaphroditos,
erdişi, vb. biçiminde çevrilebilir. Dr. Cangızbay'ın çeviri yolunu sakıncalı
görmesi, gerçekte yabancı kökenli terimlere Türkçe karşılıklar bulmayı
sakıncalı görmesi demektir. Daha bitmedi.
Dr. Cangızbay'ın
bilimsel olan bilgi ile olmayan farklıdır önermesi doğrudur. Ancak, bu yüzden de
bilimsel olan kavramlar öyle olmayanlardan farklıdır önermesi yanlıştır. Bilimsel
kavram, nasıl ve nice erişilmiş olursa olsun, kafayla ve dille ilişkisi bakımından
her kavram gibi bir kavramdır. İçeriğinin daha derin ve geniş, teorik, vb. olması
bunu değiştirmez. Bilimsel terim de her sözcük gibi bir sözcüktür. Bundan
ötürüdür ki ulusal dilimiz ve başka ulusal diller geliştirilirken halk dilindeki
(ulusal dilin en yaygın, en işlek kesimindeki)[iii] bir yığın sözcük
terimleştirilebilmiştir. Örneğin halk dilindeki Güneş, Ay, bulut,
dağ, tepe, dere, ırmak, göl, ağaç,
çalı, yaprak, çiçek, çiğ, kırağı, kuş,
böcek, kurbağa, balık birer gökbilim, meteoroloji,
coğrafya, hayvanbilim ve bitkibilim terimidirler. Düşünme ve iletişim aracı olarak dil,
bu bakımdan hiçbir güçlük çıkarmaz.
Sonuç olarak, bir
ülkede ulusal dil korunup geliştirilirken karşılaşılan güçlükler dilsel ve
dilbilimsel değildir, o ulusal dilde içkin (immanent) değildir. Güçlük
kaynağı, o ülkenin toplumsal-ekonomik, dolayısıyla ideolojik ve politik durumudur.
Örneğin, toplumsal-ekonomik duruma bağlı olarak, başat ideoloji ve politika ulusal
varlığın korunup geliştirilmesini, halkın (bilimci olmayan herkesin ve kendi dalları
dışına çıkamayan bütün bilimcilerin) bilimsel gelişmeleri kolayca izleyip engin
düşünmesini ve buna uygun davranmasını karabasan gibi görüyorsa, o ülkede ulusal
dili koruyup geliştirmek çetin iştir. Bunun tersi de doğrudur.
1 Melih Cevdet Anday,
"Bilimsel Terimler Konusu", Cumhuriyet, 10 Şubat 1989.
2 Dr. Kadir Cangızbay, "Yabancı Kökenli Bilim Terimlerine Türkçe
Karşılık Nasıl Bulunmalı?" ve "Bilim Dili Bilimin İşleyişi İçinde
Belirlenir", Cumhuriyet Bilim Teknik, 7 ve 14 Ocak 1989.
3 Nurullah Ataç, Günce (TDK Yayınları, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara, 1972), s. 719.
4 Ana Britannica, "İzlanda Dili" maddesi.
5 Türkçe Sözlük, genişletilmiş 7. baskı, TDK Yayınları,
Ankara, 1983.
i Ragıp Gelencik,
"Bilimsel Terimlerin Türkçeleştirilmesi Üzerine", Dil ve Politika
(Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 147-155. Bu yazı ilk kez Cumhuriyet Bilim
Teknik dergisinde (Ragıp Gelencik, "Bilimsel Terimlerin Türkçeleştirilmesi
Üzerine", Cumhuriyet Bilim Teknik (dergi), sayı 128, 19 Ağustos 1989.)
yayınlanmıştır.
ii "işe [başlarken - ?]".
iii Bkz.: Ragıp Gelencik, "Halk Dili Üzerine", Dil ve Politika
(Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 69-72. (Yazıyı okumak için buraya
tıklayınız.)
|
|